Yaralı Yüreğin Nağılı (Yaralı Ürəyin Nağılı)
[nağıl: masal]
Yazan: Minahanım Tekleli
Azerice’den çeviren: Deniz Karakurt
Çevirmen notu: Çok da ilgi görmemiş, zor erişilebilir iki çeviri bulduğum halde bunları yetersiz gördüğüm için yazıyı kendim yeniden çevirme gereği duydum. Bahsi geçen çevirilerden bir tanesinin zaten bütünüyle internet çeviri uygulamalarına güvenilerek yapıldığı anlaşılmaktadır ve bu nedenle de hatalarla ve eksiklerle dolu olduğu çok açıktır, o kadar ki dilimizde kullanılmayan ve anlaşılmayan pek çok sözcük sadece Türkçe harflerle değiştirilerek olduğu gibi aktarılmıştır. Diğer çeviri göreceli olarak çok daha iyi durumdadır, ancak onda da yine içerik ve buna bağlı anlam kayıpları olduğu görülmektedir. Bu nedenle bu iki çeviriyi de hiçbir biçimde dikkate almadan kendi çevirimi en baştan yaptım. Bazı yerlerde her bir kelimeyi ayrı ayrı dikkatle değerlendirerek titiz bir çalışma gerçekleştirdim. Zaman alıcı ve yorucu oldu ama harcadığım emeğe değdiğini düşünüyorum. Bu efsanedeki Canbike adlı genç kızın Kırım Tatar tarihindeki (gerçekten yaşamış olan) Canike ile aynı kişi olduğu öne sürülmektedir [ikincisinde arada "B" harfi yoktur]. Bu prensese dair başka bazı efsanelerde mevcuttur.
Mitolojik efsane (Mifik əfsanə)
Bu hikayeyi koca dağlar ve kıvırcık telli yalnız bir ağaç anlatmıştı...
(Bu əhvalatı qoca dağlar və qıvrım telli tənha ağac danışdı...)
Kırım diyarında “Kırk Or” kalesi sadece muhkem, kurşun değmez (gülle batmaz), top yıkmaz (taran dağıtmaz) duvarları ile değil, hem de kalenin etrafında kazılmış hendekleri ile de çoktan alınmaz kale şöhretini kazanmıştı. Zaten Or sözcüğü, “hendek” demektir. Bu hendekler öyle derin idiler ki, sanki uçuruma benziyordular. Düşmanın kaleye yakınlaştığı haberi alınır alınmaz nöbetçiler başı denizlere bağlanan bu hendeklere suyu açıp bırakırlardı.
Kale dışında savaşan askerler düşman neferlerini kılıçla karşıladığı gibi, yaka paça tutuşup (əlbəyaxa olup; el-be-yaka olup – şiddetli çatışma yapıp) süpürleyerek [birden üstüne atılıp, sıkıca yakalayıp sürükleyerek] sulara da atarlardı. Kale şöhretli Toktamış [Toxtamış] hanın ikametgahı idi. Hanın, Can Bike adında bir kızı var idi. Kızın asıl adı Gülbahar idi. Lakin bu adla onu çağıran yok idi. Herkes ona Gülbahar değil, Can Bike derdi. O hakikatten can gibi samimi, dertlere derman, hem çocuk gibi sevilmekten hoşlanan (nəvaziş seven – okşanmayı seven, nezaketten hoşlanan), ana gibi de sevecen (nəvazişkar – okşayıcı, nazik) idi.
Can Bike çok güzel idi. Kaşı-gözü ilahi kudretinden kalemle çekilmişti. Hem de şekil gibi güzel bu kız öyle zarif, öyle ince idi ki, sanki Halik onu özünün [kendinin] hoş bir saatinde yaratmıştı. Amma onun büyük derdi vardı. Kız hasta doğmuştu; onda yürek kusuru [ürək küsuru – kalp rahatsızlığı] vardı. Şimdilik (hələlik) o bunu hissetmese de kıza öyle gelirdi ki, göğsünde sonsuza dek bir kuş yuva yapmıştı. Can Bike henüz anlamıyordu ki (başa düşmürdü ki / başa düşmüyordu ki), orada çırpınan kuş değil, onun yaralı yüreğidir. Hekimler ümit veriyorlardı: Erişkinlik yaşına vardığında sağlığını bulacaktı. Hekimbaşı Koca Yunan (Qoca Yunan) ise hanın son şüphelerini de kovup dağıttı: öyle ki, Kızlar Bulağı'ndan [pınarından] su içince hemen arınacaktı Can Bike.
Hanın oniki hatunundan sekiz oğlu, oniki kızı vardı. Amma han hepsinden çok son doğan (sonbeşik) Can Bike'yi sever, yüceltirdi [əzizlərdi – yeğlerdi, üstün tutardı]. Toktamış Hanın varlığı mülkü (var-dövləti) çok idi. O kadar çok ki, derlerdi ki o kayalarda oydurduğu gizli nişlerde (taxça / tahça) sandık-sandık altın (qızıl), lal-mücevherat gömdürmüştü. Amma han, sevimli Can Bike'yi o definelerinden de çok istiyordu. Yalnız o mu? Bir-birinin çocuklarını görmeye gözü olmayan, kin ve hasetten bağırları çatlayan hanımların hepsi Can Bike'yi yüceltir, onu gözlerinden üste saklardılar [gözlerinden sakınırlardı]. Güzel, kıymetli hediyelerle onun gönlünü okşamaya çalışırlardı. Her gün onun boynunda, parmaklarında bu hediyelerden görmek mümkün olurdu. Can Bike ise en çok kendisinin altın arpa (qızıl arpa) boyunbağını severdi. Ne keder bezeği olsa da bir gün, iki gün takar (salar), sonra çıkarıp bir yana koyardı. Arpa boyunbağı onun henüz tam olgunlaşmamış yarı erişkin sinesine daha zariflik verirdi. Yürek şekilli, üstü olgunlaşmış vişne renkli yakut kolye süsü (aralıq – kolye başlığı, gerdanlığın ucuna takılan parça) ise düpedüz şimdi her biri küçük (balaca) boyda olan göğüslerinin arasına düşüyordu. Bu onun taktığı ilk bezeği idi. Odur ki [o nedenledir ki], ondan ayrılamıyor, bu boyunbağını hiç bir hediye ile değişmiyordu. Bir de sevdiği daha bir hediyesi vardı. Toktamış Han kendi iri elini yavaşça onun başına koyup avucu ile onun saçlarını okşadığında (sığal çəkəndə) o, kendini herkesten bahtiyar sanırdı. Han atası işini kurtarıp [tamamlayıp], divanhaneden çıkıp enderuna geçince o saadetle atasının karşısına kaçar [koşar], etrafında herkesin tir-tir estiği halde atasının onu nazlaması Can Bike'yi göğün yedinci katına kaldırırdı.
O zaman sevinçden o sinesindeki kuşun huzursuz huzursuz (narahat-narahat) gagalamasını (vurnuxma / vurnuhma) bile unuturdu neredeyse (az qala). Günler, aylar bu minvalle geçmekte idi. Artık Can Bike yüreğinin ızdıraplarına katlanmak zorunda kalırdı (çəkməli olurdu). Ona öyle gelirdi ki, bazen bu yürek ağa (tora) düşmüş bir kuş gibi çırpınır, az kala pırr edip uçarak gidecekmişçesine acele ederdi (tələsirdi). Kız bazen (hərdən) o sesi kendisi de işitirdi. Bir gün saray hekimi atasının odasında (otağında) yaldızlı divanın üstünde onu muayene ediyordu. Artık büyümekte olan Can Bike bu defa atasının gözlerinden akıp onun sinesine dökülen gözyaşlarının sebebini bilmiş gibi oldu. Bu bir-iki damla gözyaşı onu yaman ağlattı. Bir an içinde anladı ki, hayat dedikleri tatlı (şirin) bir nimetin ona düşen mühleti hele bu kadarmış. Lakin gözyaşları tez de kurudu; atasının azameti karşısında henüz baharını, kışını yeni-yeni gördüğü bu hayatın her neyi vardıysa küçük (balaca), zayıf idi; o hiç bir şeyden (nədən) korkmuyordu.
Amma her defa güneş çıkıp her tarafı nura boyayanda saçak-saçak bağa-bağçaya yayıldıkça bu ışıktan, bu saadetten ayrılmak, gözü yumulu ebedi zulmette yatmak korkusundan yüreği yaman üzülürdü. Sebebsiz-sebebsiz ağlardı. Öyle ki, bu zaman hazinedar katibinin oğlu Murad onun ellerini tutup “ağlama” deyip yalvardığı gibi göz yaşları da kururdu. Parmaklarını hafifçe (yüngülce) sıkan bu eller onu nice bahtiyar ederdi hemen o anda! Murad onun çocukluktan dostu idi. Onun da anası Can Bike'nin anası gibi Eski Yurt’dan idiler, bir elin kızları sayılırdılar.
Bir gün Emir Teymur’un [Timur] orduları (koşunları) Kırım toprağına girip Kırk Or kalesini kuşatmaya aldı. Emirin ordusunun sayı-hesabı yok idi. Lakin onlar öyle bile kaleyi almaya acele etmiyorlardı. Emir övüne övüne (lovğa-lovğa) diyordu ki: Türkistan’dan buraya dek karşımda hiç kimse dayanmadı. Odur ki, şimdi ben bu galibiyyetli orduyu korumalıyım. Siz kendiniz mecbur olup kadife yastık (məxmər balınc) üzerinde anahtarları (açarları) bana getireceksiniz. Başka çareniz yokdur, çünkü su ihtiyatınız tükendi. Mukavemet göstermektense, o akılsız başınızı taşa vurup patlatın. Artık düşünmenin vakti değil.
Emir evvelceden kaleye giden bütün su yollarını bağlattırmıştı.
Toktamış Han ise inadından el çekmiyordu. Halk takatten düşmüştü, amma düşmanın başına od [ateş] yağdırıyorlardı, eli silah tutmayanlar – yaşlılar [qocalar / kocalar] ve çocuklar iri taşları yardımlaşıp kalenin başına kaldırıp, oradan aşağı atıyorlardı. Kadınlar katran kaynatıyorlardı, iri kovalarda (dolçalarda) bu kaynar katranı yukarıdan aşağıya, işgalcilerin başına döküyorlardı. Lakin susuzluk kendi işini görüyordu. Hazan yapraklarının ağaçtan döküldüğü gibi adamlar susuzluktan nerde olursa düşüp kalıyordular. Anaların döşünün sütü de kurumuştu.
Hiç kimse dinleyip danışmıyordu. Her akşam ağız-ağıza verip ürüşen (hürüşən) itlerin de sesi gelmiyordu. Heyecana düşen Can Bike kendi dadısından (dayəsindən) ne kadar bu değişikliğin sebebini sormuşsa da (soruşsa da), zavallı (yazıq) dadı gözyaşlarını gizleyerek “hiç, nedir bilmiyorum” diye susup başını sağa-sola sallıyordu (yırğalayırdı).
Akşam oluyordu. Güneşin son ışıkları nakışlı pencerelerde bin kat bezekle yansıyordu. Birden kız sese irkildi (diksindi); camlara (şüşələrə) tıkırtıyla (tup-tupla) değen ham (kal) alça [kiraz] sesine pencereye yakınlaştı. Aceba (görəsən) onları kim atıyordu? Murad idi, ellerinde şimdi derdiği [dərdiyi – topladığı] göğ [göy – ham] alçalardan var idi, onu çağırıyordu. Can Bike tez geri dönüp kapıdan çıktı, arka avluya (dal həyət) kaçtı, her iki ellerini uzatıp Muradın ellerinden tuttu. Nice gün idi ki, onu görmüyordu. Murad onun gözüne çok keyifsiz göründü (bikef dəydi), rengi de kaçmıştı.
"Can Bike, kalede içmeye su yoktur. Ben kale duvarındaki ince bir yarıktan diğer tarafta su olduğunu gördüm, o dar yarıktan ancak sen geçebilirsin", diye Murad onun kollarından yapışıp çekiştirdi (dartışdırdı). Can Bike kuruyup kalmıştı. Sarayın karşısındaki bağçada [bahçede] küçük kuyunun suyu onu kaledeki susuzluktan habersiz bırakmıştı (sahlanmışdı). Şimdice (indicə) birden-bire Muradın verdiği haber onu sanki yere mıhladı, hareket etmeye dermanı (heyi) kalmadı. Lakin bu çok sürmedi (çəkmədi), o kendini topladı. Muradın ellerini sıkıp “kaçalım, götür beni o çeşmeye”, diye onu acele ettirdi.
Onlar gizlice o yere (həmin yerə) yakınlaştılar. Bu hakikaten dar bir yarık idi. Duvar bir zamanlar (haçansa) çat vermiş [yarılmış], ilkbahar yağışlarından canlanan yeşil böğürtlen (böyürtkən) kolları [dalları] bu çatlağı (çat'ı) düşman gözünden gizlemişti. Sanki (lap) gizlemese ne olacaktı ki? Kalenin bu semti sarp (sıldırım) kayalar üzerinde dikilmişti. Duvarların üstünde nöbet beklerken (keşik çəkərkən) gözetçiler (qarovulçular) bile aşağı bakmamaya çalışırdılar. Şimdi bu iğneleri-dikenleri henüz berkimemiş [bərkiməmiş – sertleşmemiş] yumuşak böğürtlen kolunun altından doğrudan da zayıf bir çeşme çağlıyordu. Murad deri tulukları [tuluq – tulum] da hazır etmişti, onlar öylece burada bir yana atılmıştı. O, kızın bu küçük ırmağa baktığını görüp, evvel kendim geçmek istedim, amma gördüm, ben bu yarıktan geçebilemem, o saat sen yadıma düştün, diye hem sevinç, hem de pişmanlıkla ona baktı. Can Bike bir gül yaprağı gibi ince, sarmaşık destesi gibi kırılgan (kövrək) ve esnek olduğunu taptaze duyumsadı, derhal sıvışıp (sivrişib) yarıktan öbür tarafa geçti, tulukları bir-bir doldurup Murada vermeye başladı. Lakin o, Muradın gösterdiği üzere (göstərişi ilə) bu tulukları yarısına kadar (yarıbayarı) dolduruyordu. İşte böylece deri tuluk bu dar yarıktan bir yumuşak giysi bohçası gibi kolaylıkla (asanlıkla) keçiyordu. Murad bu tulukları getirip meydandaki iri su teknesine (kolazına) döküyordu. Hiç kimse onları görmüyordu, fikir veren de yok idi, herkesin başı kendi derdine katışmıştı [qatışmışdı – takılmıştı; herkes kendi derdiyle meşguldü]. Murad bütün gece su taşıdı. Bir de gördü ki su havuzu ağzınaca dolup, şimdi o gerçek bir gölcüğe (gölməçəyə) benziyordu.
Tan ağarıyordu, onlar ise su taşımaktan yorulup usanmıyordular. Lakin öyle ki, güneş çıktı. Can Bike'ye öyle geldi ki, göğsündeki o çarpan (vurğun) kuş uçup gitti. Kız hatta sanki onun göğsünden öylece uçup giden o vefasız kuşu gördü de. Kuş güneşe doğru uçuyordu. Can Bike'nin sevdiği, bütün gece gözlediği güneşe. Hemen sinesinde o kuşun yuva saldığı [yuva yaptığı] yerde müthiş bir ağrı başladı. Kız ağrının gücünden dayanabilmeyip yere yıkıldı. O ağzı üstüne toprağı öyle kucaklayıp (qucub) uzanmıştı ki, sanki burada dincelmek, hem de toprağa derdini söyleyip hafiflemek (yüngülləşmək) istiyordu. Birazdan sanki yorgunluğunu atıp (yornuğunu alıb) kalkacaktı. Murad onun başının önünde oturup ağlıyordu, hiç kimseyi oraya çağırmaya cesaret etmiyordu (ürək etmirdi – yüreği yetmiyordu). Can Bike'nin ölümüne inanabilmiyordu. Lakin taş havuzdaki suyun güneş ışınları altında parıldadığını (bərq vurmasını) görmüştüler. Adamlar birbirine müjde vere vere koşuyorlar, sudan içtikçe içiyorlardı. Sonra ağlayan Muradı görüp ona doğru yürüdüler, yere yüzükoyun (üzüqoylu) yığılmış kızı çevirip onu tanıdılar. Çetin (bərk) korkuya düştüler: Han kızı Can Bike! Topluluk yalnız şimdi her şeyi anlayıp bu küçük zarif vücuda saygı sundular (təzim etdilər).
Vaktiyle Toktamış Han’ın lalası olmuş Zal Baba (denilene göre kalede ondan yaşlı kimse yoktu) ileri çıktı:
“Burada güzeller güzeli, Cennet bağçasının en hoş kokulu (ətirli / etirli – ıtırlı) kızılgülü yatıyor. Camaat, onun güzel yüreği yaralı idi, şimdi her biriniz öz yüreğinizde ona en güzel yeri hazırlayın.”
Not: Günler, haftalar, aylar toplandılar, topalandılar [yığıldılar], kendi yerlerini yıllara verdiler, yıllarsa yüzyıllara çevrildiler. Şimdi yalnız gezergi konukların [gəzərgi qonaqların – turistlerin] tez tez yad ettiği Kırk Or'un (daha çok sonradan Çufut Kala adıyla anılır) harabelikleri arasında han kızı mozolesi de (mavzole – türbesi) durmaktadır. Bu, Can Bike'nin bir mucize gibi sağlam kalmış türbesidir. Onun hikayesini anlatacak (danışacaq) adamların artık biri de kalmamıştı.
Bu öyküyü bana bin yıllık fikir ve düşünmesini (düşüncəsini) bir anlığa da olsun terk etmeyen koca dağlar ve bir de o (həmin) asırların yaşıtı, mezarlığın tam (düz) yanında bu yaşı çok genç mezara gözetçi (pasiban) olan kolları yelpaze gibi açılmış kıvrım telli yalnız ağaç anlattı (danışdı).
Yazan: Minahanım Tekleli (Minaxanım Təkləli)
Kaynak: Kaspi Gazetesi – 18 Mart 2010 (Sayfa: 13);
Ayrıca, Xalq-cəbhəsi [Halk Cephesi] gazetesinin 16 Temmuz 2014 tarihli web sayfası
Çeviren: Deniz Karakurt (Dəniz Qaraqurd)