Kuytu bir apartman dairesinde, camdan içeriye vuran soluk sokak lambasının ışığı odanın sentetik boya kaplı duvarlarında sönerken… Dışarıdaki isli hava, kalorifer bacalarının dumanlarıyla kararmış… Basık tavanlı, daracık odanın boğucu loşluğunda kudurmuşçasına yanan radyatörlerin sıcağı genzi kuruturken… İnce duvarlardan geçen, yan komşuların televizyon seslerinde magazin programlarının, dizilerin ve futbol maçlarının gürültüleri kulaklarında çınlarken… Yollardan geçen arabaların uğultuları her defasında önce artıp sonra yiterken… Ait olduğunu hissettiğin yerden uzak… Niye burada olduğunu bilemeden, anlayamadan... Kendi bilincinin içinde hapsolmuş… Diğer odadan duyulan saatin sinir bozucu tik-takları ve banyoda damlayan musluğun sesinin amansız sürekliliği arasında, kendi soluk alıp verişini dinleyerek… Duyacak son ses olarak, üst dairenin televizyonundan yankılanan bir cinayet haberi dinlemeyi… Kimsesiz ve yalnız, hiçliğin içinde kaybolup gitmeyi, umutsuz ve mutsuz yok olmayı... Beton duvarların arasında son nefesini vermeyi… Birkaç gün sonra cesedin birilerinin yaptığı ihbar üzerine polis tarafından bulunarak ölmeyi…

Kimsenin hak ettiğini düşünmüyorum.

Yanlış anlaşılmasın, bunu reddetmek kimsenin başına gelmeyeceği anlamı taşımaz. Daha kötüsü de olabilir. Ancak modern dünyanın beraberinde getirdiği yanlış kentleşme, kapitalizmin dayattığı aşırı bireycilik hatta tüketici bencillik, dayanışma ruhunun yok olması sonucu ortaya çıkan insanın doğaya ve kendisine karşı yabancılaşması en sonunda ölüm anına kadar uzanmaktadır artık. İnsanlar ölümün ne kadar çabuk geldiğini, hayatın ne kadar hızlı bittiğini anlayamıyorlar. Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi davranıyorlar. Oysaki zaman dakikalarla geçmiyor; aylarla akıp gidiyor. Yaşımız ise yıllarla değil on-yıllarla artıyor. Ölenleri hatırlarım. Nasıl öleceğini düşünen var mı? Bilemeyiz ki. Keşke bizim elimizde olsaydı.

Nasıl öleceğimizi seçemeyiz. Ama ölüme dair bir bakış açımız olmalıdır. Önümüzdeki yılları daha güzel ve daha doğru yaşayabilmek için…