Bazı insanlar hayatınızda az ya da çok izler bırakır.

Lise yıllarımın sonu veya üniversite başlangıcı... Sivas dışında başka bir şehirde düğündeyiz. Dışarıda bir masadayız, bir otelin bahçesi... Hava kararmış. Şehirlerarası karayollarından trafik kazalarında her gün onlarca kişinin öldüğü haberlerinin geldiği zamanlar. Laf nereden nasıl çıktı hatırlamıyorum. Birisi dedi ki, yine bilmem kaç kişi ölmüş trafik kazasında. Mete abim bunun üzerine dedi ki: “Tesadüfen ölmek diye bir şey yok. Tesadüfen yaşıyoruz zaten. Hiçbir şeyin garantisi yok.”

Çok sonraları bu cümle aklıma gelince düşündüm, tıpkı bir atari oyunundaki bir karakter gibi üzerimize gelen ölümcül unsurlar, tuzaklar var; hayatın her tarafı böylesi tehlikelerle örülü. Bunların arasından sıyrılarak ilerliyoruz hayatta. Ama bazen atlatmayı başaramadığımız bir tanesi denk geliyor. Tesadüfen ölmek diye bir şey yok. Hayatın kendisi ölümle iç içe zaten.

Ardından yazma gereği hissettim. 

İlk hatırladığım andan, kendisine dair hafızamda yer alan ilk anılarımdan itibaren ideolojik bir yönü olduğunu belirgin bir biçimde anımsarım. Baskın bir ideolojik yaklaşım hayatının neredeyse her döneminde açıkça anlaşılabilirdi konuşmalarında, söylemlerinde ve yaşam biçiminde. Akrabalık ilişkilerinin o dönemlerde daha sıkı olması nedeniyle de ideolojik insan profilini daha çocukluğumuzdan itibaren kanıksadık en çok da kendisi sayesinde. Başka yakın akrabalarımız da vardı siyasi bakış açısını önceleyen ama aynı şehirde yaşadığımız, sıklıkla da görüştüğümüz için en çok Mete abim önümüzdeki en bariz örnekti. Evet, ideolojisi vardı. Gizlemezdi; insanlar tarafından anlayamadıkları bir siyasi yaklaşım karşısında tuhaf eleştiriler yapılacak diye asla çekinmezdi. Hiçbir zaman da vazgeçmedi. Olağan bir durum olarak algılardı bunu, böylece biz de olağan bir durum olarak algıladık farkına varmadan. Muhalifti. Hem de her dönem muhalif; sağına da soluna da muhalif... “Siyasetle uğraşan kişi okumaz, adam olmaz” anlayışının yanlış olduğunu gösterdi. Hele de keskin ideolojilerin yadırgandığı bir toplumda… Tıp fakültesini bitirdi, doktor oldu. Asıl sorun siyasetle uğraşmak değil, sınırlarını doğru belirlemekti belki de. Siyasi görüşe sahip olmak, bunu açıkça ortaya koymak korkulacak bir şey değildi. Böyle algıladım ben de. Bunun tek nedeninin Mete abim olduğunu söyleyemem elbette, ama pek çok etkenden biridir. 

Siyaseti teorik düzlemde çok okuyup araştırmış olsam da Mete abimin aksine siyaset pratikte çok da hoşuma gitmedi benim, ilgimi çok çekmedi; ama yine de buna rağmen kendi düşüncelerimi açıklamaktan çekinmedim ömrüm boyunca. Korkulacak bir şey görmedim bunda. Kendi adıma dünyaya ideolojik yaklaşan birisi olmadım hiçbir zaman, ama siyasi düşünceye hele de muhalif görüşlere sahip olunmasının da, bunun açıklanmasının da bana zarar getirebileceği endişesine asla kapılmadım. Çevremizden öyle gördük çünkü çok erken yaşlardan itibaren ve bunun da ister istemez belirli bir düzeyde etkisi oldu kişilik gelişimimiz üzerinde. Siyasi mevzularda kişisel hesap yapmadık, içten pazarlıklı olmadık, daha üstün değerleri bireysel çıkarlarımızdan daha öncelikli gördük.

Geçmişte insanların ilgilerini çeken siyasi kişilikler olurdu; kitaplarda, basın yayın araçlarında, hatta yakın çevredeki siyasi tartışmalarda bahsedilirdi onlardan. Bizim ise hemen yanıbaşımızda gözümüzle sürekli gördüğümüz, kendisiyle konuştuğumuz birisi vardı. Mete abimin her girdiği ortamda mutlaka bir siyasi tartışma açılırdı. Ama sanılacağının aksine çoğu zaman bunu başlatan kendisi olmazdı. Akrabadan, komşudan birileri bir soru sorardı. O da kırmadan, sinirlenmeden yanıtlardı, sonra gerisi kendiliğinden gelirdi. Tartışmalar, anlatmalar sürer giderdi. Aktivist bir yönü vardı. Gördüğü sorunlara tepki verirdi, meşru sınırlar içerisinde. Karşısına çıkan tüm olaylara ideolojik olarak baktığını ortaya koymaktan asla çekinmezdi. Yaşam tarzıydı onun için… 

Son birkaç senedir araştırmacılığa merak sardıktan sonra iki kitap yazdı. Daha önce kitap yazma deneyimi neredeyse hiç bulunmayan birinden hiç beklenmedik bir şekilde çok zor bir alan olan biyografi (yaşam öyküsü) ile gerçekleştirdi bu iki girişimini. Biyografinin hem araştırması hem de okuyucu tarafından okunması sıkıcı ve zordur. Yeni yazmaya başlayanları bırakın, deneyimli yazarlar için bile risklidir yani başka birinin hayat hikayesini yazmak. Bilgi ve materyal toplamak yorucudur. En sonunda başarısız olma olasılığı yüksektir. Çok zor bir alandan giriyordu yani yazma serüvenine. Benim bunlardan birini okuma ve inceleme fırsatım oldu. Metehan Akbulut tarafından yazılan Orhan Akbulut kitabını daha elime alır almaz, biraz inceledikten sonra uzun soluklu bir röportaj tadında, standart dışı bir tarzda bunun üstesinden geldiğini gördüm. Okurken hissediyordum bunu rahat bir biçimde başarmıştı, sanki 20 yıllık yazma deneyimi olan biri gibi çıkmıştı işin içinden. Kendisinden araştırma ve yazma konusundaki beklentilerim yükselmişti yani. Ama ömrü yetmedi gerisine. Bunun dışında araştırma yazıları yazdı. Yaptığı iki araştırmada kendisine yardımcı oldum. Bir dönem sürekli olarak gün içinde dahi sıklıkla görüştük, yeni teknolojinin sağladığı imkanlarla yazışarak bilgi paylaşımı gerçekleştirdik bu iki araştırma için.

Kendisine yazdığım bir soru üzerine genel siyasete dair biraz karamsarlık biraz da umutsuzluk içeren fikirlerini belirttikten sonra “… mücadele etmek gerek” diye bitirmişti cevaben yazdığı cümlesini. Kişisel olarak bana söylediği (yazdığı) son sözler bunlardı.

İnsan biyolojik bir varlık olarak ölümcül dünyanın içinde tesadüfen yaşıyor olsa da düşünsel var oluşunu tesadüflere bırakmamalıdır. Bu açıdan baktığımda kendisinin tesadüfen yaşadığını hiç sanmıyorum. Yeterince bilinçli bir adanmışlık vardı.

Eğilip bükülmeden yaşadın. Dimdik geçtin bu dünyadan. Güle güle…

Kutlu tinin şad olsun.

 

Deniz Karakurt