İyi giyimli delikanlı, küçük bir tahta kulübede, yanında yere doğru boş gözlerle bakan arkadaşıyla birlikte oturuyordu; kendisinden bir iki yaş küçük gibi duran bu genç oldukça paspal görünümlüydü. Şehrin dış mahallelerindeki küçük, harap bir kulübenin içerisiydi burası; darmadağınıktı ve düzen adına hiç bir şey yoktu. Orada burada atılı giysiler, yerde devrilmiş bir çanak, gıcırdayan ve bir ayağı aksayan tahta bir kanepe… Tamamen ahşap olan kulübenin içerisine yıllardır boya değmediği için, duvarlardaki renk tümüyle atmış, neredeyse tahtalar ilk hallerine geri dönmüşlerdi; çatlamış olan bu ahşap duvarların aralarından içeriye ışık sızıyordu. Taban bütünüyle sıkıştırılmış çamurdu ama yer yer oyularak çukurlar oluşmuştu. Ötede birkaç tane tavuk teleği görünüyordu; bunlar birbirine bağlanarak, uyduruk bir fırça yapılmaya çalışılmıştı.

Kışın son günleriydi ama cemrelerin ilk ikisi havaya ve suya düşmüş olduğundan havalar ısınıyordu; o yüzden içerisi de sıcak sayılırdı. Üçüncüsü de birkaç gün sonra toprağa düşecek ve yeryüzü tümüyle ısınacaktı. Cemreler gökten ağan kor parçalarıydı; ısı zerrecikleri şeklinde dağılarak saçılıp, emilirlerdi düştükleri yer tarafından. Ama bu güne kadar o kor parçalarını düşerken veya düştükten sonra gören hiç olmamıştı herhalde.

Şiirler okuyup, temizliğine dikkat eden bu sağlıklı, eğitimli şehir çocuğu böylesine narin yapılı, sürekli hastalanan, kir içinde ve konuşmayı beceremeyen bir kişide arkadaşlık edecek ne buluyordu kendisi de anlayabilmiş değildi. Ailesi duysa mutlaka evde kavga çıkardı. Aralarında çözemedikleri bir düşünce ortaklığını keşfetmişlerdi. Karşılarında ise o tuhaf taş duruyordu… 

Başarına bela açacağını içten içe biliyorlardı o taşın. Ama birbirlerine söylemek şöyle dursun, işin doğrusu bunu kendilerine de itiraf etmekten korkuyorlardı. Evet, önüne geçilemeyen kirli bir dürtü içlerinde kıvranarak yüzeye çıkıyor ürkütüyordu bu iki genç delikanlıyı; özellikle de Eymen’i... Korkuyor ama burgaca kapılan bir yaprak gibi içe doğru çekiliyordu. Yıllardır kilit altında duran, kimsenin de umurunda olmayan, söylense bile inanılmayacak bir özelliğe sahip olduğuna neredeyse herkesin gülüp geçeceği o acayip taşı arkadaşının verdiği cesaretle ortaya çıkarmıştı bir sandığın içinde atıldığı eski eşyaların arasından. Herşey, laf olsun diye yaptıkları bir konuşma esnasında bahsetmesiyle başlamıştı. Öylesine söylemişti arkadaşına, meselenin buraya kadar geleceğini düşünmemişti hiç. Israrla görmek istemişti arkadaşı ve sonra da kullanmayı isteyecekti. Kendisi çok küçük yaşlarda iken dedesinin babası ölmeden biraz önce ondan duyduğu sözleri hatırlıyordu hayal meyal. “Zor değil ama tehlikeli” diyordu kafasındaki görüntü fısıldayarak ve güçlükle konuşarak hırıltılı sesiyle. “Sadece düşüneceksin, seninle taştan başka bir şey kalmayacak bu alemde.”

Eymen 20’li yaşlarındaydı. Ancak bu yaşında hayattan bezmiş, her şeyden bıkmış bir ruh hali içinde yaşıyordu uzun süredir, hiçbir şeyden zevk almıyor, mutluluk duymuyordu. Sebebi bir yandan çok açık ve belliydi; rahata alıştırılmıştı. Çevresindeki herkes gibi çalışmak içinden gelmiyordu. Öteki taraftan çok karmaşıktı bu sorun, pek çok etken bulunuyordu kendi benliğinde. Amaçsız yaşıyordu, kendi kimliğine dair karar veremediği konular vardı, daha da pek çok sıkıntılı boşluklar yer alıyordu zihninde…

Çevresindeki insanlar tarafından arkasından konuşulanları da duyuyor biliyordu. Yüzüne söyleyenler de oluyordu. Adam olmaz, eli ekmek tutmaz, bir baltaya sap olamaz, evine ekmek götüremez, ekmek sahibi olamaz, evlenip de çoluk çocuğa karışamaz, çalışmaz, işe güce gelemez… Böylece uzayıp gidiyordu benzer cümleler. İşin ilginç tarafı Eymen’in gözünde de kendisi hastalıklı bir ruha sahipti ama bununla baş etmesi gerekiyordu ve bu yüzden de hiçbir şeyi kafasına takmıyor görünerek günlerini geçiriyordu. İnsanın doğasına aykırıydı çalışmadan aylaklık etmek, gerçi kendisinin yaptığına aylaklık da denemezdi. Zaman öldürmek gibiydi… Bunu kendisi de kabul ediyordu ama önüne geçemiyordu. O güne kadar bir kaç kıza ilgi duymuştu ama içinde rastladıklarının hiç birisiyle en ufak bir ruh ortaklığı bulamamıştı… Sadece uzak bir geçmişte ergenlik çağlarının başlarında birlikte zaman geçirdikleri bir kız vardı. Tam olarak aşk denemeyecek bir arkadaşlık. Karşı cinse ilginin de bulunduğu ama daha çok düşünce uyumu gibi anlatılamaz bir benzerliğin verdiği huzur duygusu, aşkın kıyısında duran bir yakınlaşma. Sonra arkadaşının babasının ölümü, bir süre sonra annesinin başkasıyla evlenip başka bir yere taşınmaları. Acı bir anıydı o gün. Acı anılar toprağa gömülüp filizleneceği güne kadar orada uyuyan tohum gibi bilinçaltına saklanıp beklemeye başlardı; uygun anı kollardı çatlatmak için kabuğunu. Ama daha da kötü anıları da olacaktı, o zaman bilmese de. 

İşe yaramazın teki diyorlardı arkasından. İnsanın kendisinden duyduğu utanç sırtlan gibi yüzünü gösteriyordu ve bu utancın oluşturduğu suçluluk duygusu dünyayı cehenneme çeviriyordu; zihin cehennem gibi alev aldığı zaman, onu söndürecek bir şey de bulunamıyordu. Kafese kapatılmış bir kaplan gibi bir o yana bir diğer tarafa saldırıyor ama yalnızca kendisine zarar veriyordu o parmaklıkların arasında. Görünmez bir hayaletle yapılan doğadışı bir savaş gibiydi bu. Kural yoktu, ama olmayan kurallara uyulmak zorundaydı.

Şu an odada, yanı başında oturan ve sürekli göğsü hırıldayan arkadaşı Serhan’sa öyle hiçbir şeyi kafaya takacak bir adam değildi; kendisi neydiyse oydu, olduğu gibi davranan biriydi. Hiçbir şeyinden utanmazdı; günah, suç, ayıp gibi kavramlara çok fazla takılmıyor; geçmişi sorgulamadan, geleceği tasarlamadan, bugünü bile kafaya takmadan yaşayıp gidiyordu. İşte şu kapının dışında görünen kaplumbağalardan birisiydi yollarını kesiştiren. Açık kapıdan, ince bir silüet gibi içeriye vuran bu bahar gününde, eşiğin önündeki; birbirlerine sokulmuş bir süredir hiç hareket etmeden duran kaplumbağalar görünüyordu; dünya onlar için çok sakin bir yer olmalıydı. Zaman onlar için göreceli olarak daha yavaş akıyordu belki de. Şu an tam olarak anımsayamadığı bir dinde; öldükten sonra tekrar bu dünyaya dönebileceklerine inanıldığını duymuştu. İyi olanlar daha iyi bir yaşama yükselirken, ömrünü kötülükle geçirmiş olanlarsa daha kötü bir hayat sürer hatta daha aşağı bir canlıya dönüşebilirlerdi bu sonraki yaşamlarında. Kaplumbağa olarak yeniden doğmak acaba kötü bir şey miydi, yoksa iyi mi?

Bir gün bu seyrek evlerin bulunduğu kenar mahallede tek başına amaçsızca gezinirken, bir kaplumbağa görmüş yanına yaklaşmıştı. Bir yemek tabağı büyüklüğünde vardı bu kara kaplumbağası. Elini ürkerek kafasına dokundurmak için uzattığında hayvan bağasının içine çekilmişti; yuvarlak kafası çok sevimli görünen bu canlı aslında o eli ısırabilirdi de ama savunmaya çekilmeyi tercih etmişti. Çok hoşuna gitmişti bu ani ve beklenmedik hareket; kaplumbağaların böyle yaptığını herkes bilirdi ama şimdiye dek hiç görmemişti. O sırada yandaki kulübenin içinden gelen bir ses duydu;

– O hayvanı çalmaya kalkarsan, ananı avradını tanımam.

Kulübenin içine doğru bakarak, bu cılız ve itici adama;

– Sövmeden de söylesen yine anlarım, üstelik ben kimsenin malını çalmam, dedi.

– Senin gibi züppeleri iyi bilirim ben; dürüstlük taslar sonra da kimse görmedi mi alır götürürsünüz, dedi.

Aralarında başlayan bu atışma uzayıp giderken; kulübenin ağzına yaklaşan Eymen, içeriye doğru bağırıyordu; kendisine hırsız denilmesini yedirememişti. Ayağa kalkıp kapının önüne gelen Serhan’da ona karşılık vermekten geri kalmıyordu. Eymen’in sinirleri o kadar dağılmıştı ki, bir an kendini kaybederek bu kendini bilmez aylağa temiz bir tokat indirdi; elinin izi kıpkırmızı çıkmıştı yüzüne. Az önce kendisine dayılanan paspal delikanlının, kendisine karşılık vermesini beklerken, o oturup ağlamaya başladı birden. Öylece donakaldı orada Eymen; bunu nasıl yaptığına şaşırıyordu; bu hayatında attığı ilk, tek ve son tokat olacaktı. Bir süre sadece izlemekle kaldı, sonra çekinerek gidip yanına oturdu ve teselli etmeye çalıştı; ama delikanlı susmuyordu. Özürler, aflar diliyordu ama boşunaydı; içinde uyanan vicdan azabı ise palazlanıp büyüyordu. Kafasını kaldırıp barakanın içine göz gezdirdi. Belki yüzlerce kaplumbağa kabuğu ile doluydu tahta duvarlar. Yıllar boyunca aranıp bulunup toplanmış olmalıydı bunlar. Yüzüne bile bakmayan bu genci o gün öylece bırakıp gitti; gitmek zorunda kaldı. Ama ertesi gün geri dönecekti; hem de bulmak için yoğun bir çaba sarf ettiği yeni bir kaplumbağayla. Yalnız kaplumbağaya artık bir arkadaş gelmişti, zaten ondan sonra da bu iki genç arkadaş olacaklardı, nasıl olduğunu bile anlayamadan. Artık sık sık bu kulübeye geliyor zamanının bir kısmını orada geçiriyordu ve bu geçirilen zaman her gün biraz daha artıyordu.

O günü yeniden yaşadı beyninin içinde, gülümsedi kendi kendine. Ama ileride bu günleri gülümseyerek anımsayamayacaktı; hatta unutabilmek isteyecekti. Ama bazı şeyler unutulamazdı, yalnızca onunla yaşamayı öğrenirdiniz o kadar. Çünkü hayat bir hayal kırıklıkları sürecidir ve yaşamak da bu hayal kırıklıklarını kabullenebilme becerisidir. Bu beceriyi ne kadar hızlı ve çabuk edinirseniz ve ne kadar benimseyerek uygularsanız, dünyaya o kadar çabuk kök salıp uyum sağlarsınız. Gerçeğin eninde sonunda kabullenilmesi gerekir. 

Sonra arkadaşının aklına uyarak o taşı çıkardı ortaya… 

Ardından mahallede ilginç gelişmeler yaşandı. Evlerinde gece bir titreşim ve uğultu hissedip deprem olduğunu sanan bazı aileler sabah kalktıklarında odalarında bazı eşyaların kaybolduğunu farkettiler.

Çevrede anlaşılmaz olaylar baş göstermeye başladı. Tek veya iki katlı bahçeli evlerde anlaşılmadık titreşimler hissediliyordu. Bazı eşyalar kayboluyordu ara sıra. Değersiz önemsiz nesneler. Hırsız desen çalmaz onları. Daha sonra evlerde olur olmadık yerlerde kaplumbağa kabukları bulmaya başladı insanlar. Birer ikişer hafta arayla 20-25 eşya kaybı, 10-15 tane kadar da evde bulunan bağa (kaplumbağa kabuğu) vakası yaşandı. Yaklaşık bir yıl geçmiş oluyordu böylece bu gizemin içinde. Zararlı herhangi bir durum ortaya çıkmış değildi. Tehlikeli olaylar yaşanmıyordu. Mahalle halkı bu nedenle ilgi ve sabırla bu sıradışı olaylar dizisinin nereye varacağını bekliyor hatta yavaş yavaş alışıyorlardı. İçten içe hoşa gidiyordu belki de, tekdüze yaşamlarına bir eğlence katıyordu bütün bu olup bitenler. Elbette ki tehlikesiz olduğu sürece.

Dedikodular çıktı sonra. Söylentiler artıyor, bire bin katılarak ağızdan ağıza taşınan laflar kulaktan kulağa yayılıyordu; bir süre sonra da Eymen’in ailesine kadar ulaşacaktı elbette ki; her ne kadar kendisi bu durumun farkında olmasa da. Tuhaf davranışları olan bir kimsesizin kulübesine kibar bir beyzade girip çıkıyordu sürekli; birlikte içeriye kapanıp, saatlerce dışarıya çıkmıyorlardı. Mahallede evlerin altından gelen zar zor işitilebilen tuhaf uğultular duyulmaya başlanıyordu. Sonra birileri bu anlaşılmaz olaylarla bu iki delikanlı arasındaki bağlantıyı yakaladı, nasıl olduğunu çözemeseler de. Ortaya akıl almaz söylentiler çıkıyordu. Büyücülük, gizli ilimler gibi söylentiler almış başını yürümüştü.

Bu kez kayıp eşyalarla bu iki gencin arasındaki ilgiyi kuranlar oldu ama gerçek ve uydurma yorumlar birbirine karıştı. Evlere girip bilerek bırakıyorlar diye bir söylentinin önüne geçilemiyordu artık.

Eymen bir gün eve gelip de babası kendisini karşısına alıp sorguya çekmeye başladığında etrafta yoğunlaşan dedikoduları öğrenmiş oluyordu ama artık çok geçti önlem alabilmek için. Adam anlatılanların gerçek olup olmadığını öğrenmek istiyor ve iyi niyetli davranmaya çalışıyordu. Sonra öğütler verdi, bu tip insanlarla arkadaşlık etmenin olmadık lafların edilmesine sebebiyet vereceğini anlattı; ama karşısında duran oğlu hiçbir tepki vermeden sanki basit bir ev sohbetini dinler gibi dinliyordu kendisini. Öylece kendisine hiçbir şey söylemeden, en ufak bir karşılık vermeden ve umursamazlıkla bakan oğlunun tutumu karşısında, öfkesini yenemeyerek;

– Beni konu komşuya rezil ettin. Başımı önüme eğdirdin, boynu bükük gezer hale getirdin, böyle bir şey görülmüş duyulmuş mudur, el içine nasıl çıkarız? Hırsız diyorlar, evlere gizlice girdiğinizi söylüyorlar diye bağırdı. 

Oğlu ilk şaşkınlığı atlattıktan sonra:

– Kimin neyini çalmışız, varsa bizi bir yere girip çıkarken gören biri çıksın ortaya, diye itiraz etti. 

Kaybolan eşyalar gereksiz şeylerdi. En tuhaf en anlaşılmaz noktalardan birisi buydu zaten. Para, mücevher, değerli ne varsa herşey yerli yerinde duruyordu komşuların evlerinde. Babası ayağa kalkıp öfkeyle dolandıktan sonra devam etti;

– Yine de farketmez başkalarının evlerine gizlice girip çıkamazsınız, altından çıkar ille de bir şey. O zaman görürsünüz dünyanın kaç bucak olduğunu. Yakında benim elimden de çıkar mesele, kolluk gelir tıkarlar içeri sizi dedi. 

Çocuk evlere kendilerinin girmediğini söyledi. Gören var mı diye sordu. Yoktu. Ama birileri evlere kaplumbağa kabuğu bırakıyordu. Kimileri saklıyor kimileri de atıyordu. Hatta belki de bu bağalar yakın çevrede yeniden bulunup kullanılıyordu bu amaçla. Evlerine büyü amaçlı bırakıldığına inanıyordu çoğu kimse.

Babası uzun uzadıya anlattı. Sordu. Anlamaya ve anlatmaya çalıştı. Bağırdı çağırdı, iyilikle anlatmayı denedi. Sonunda;

–  Bütün bunlar ipsiz sapsız gezmekten oluyor. Ya gelip yanımda çalışacaksın ya da birinin yanına vereceğim. Seni böyle biz kendi elimizle ettik. Ne iş olursa onu yapacaksın. İş beğenmemek yok. En kısa zamanda da evleneceksin. Annen bir komşu kızını beğenmiş, beğenilmeyecek kız değilmiş zaten. Git bir gör sonra da bu işi bitirelim, bu laflar fazla dallanıp budaklanmadan; yoksa zaten kız mız da bulamayız sana. Hırsıza arsıza sihirbaza kabuklara üfleyene kız vermez kimse dedi.

Eymen tüm cesaretini topladıktan sonra, sesi titreyerek;

– Bana evlenecek kız bulmanızı da istemem zaten dedi, biraz kararsız kalıp duraksadıktan sonra devam etti; “Çalışmak falan da istemiyorum. Şu anda çok daha önemli bir konu var. Onu çözmem gerek. Daha önce görülüp duyulmamış bir iş…” diye ağzından kaçırınca gerisini getirmeyip sustu.

– Neymiş o iş? diye bağırdı babası.

Bu kez sesini yükseltme sırası oğlundaydı. 

– Yeter artık, istemediğim bir şeyi kimse yaptıramaz bana dedi. Sonra devam etti, “Kimsenin evine girmiyorum. İnandığım herşey üzerine and içerim. Beni evinde yakalayan olursa kolluğa mı teslim ediyor, orada vurup öldürüyor mu ne istiyorsa onu yapsın,” diye bağırdı. “Ama bu mevzu sonuca ermeden benden bir şey beklemeyin.” dedi. 

– Ne mevzusuymuş bu diye bağırdı babası.

– Anlatsam da anlamazsın ki. Ne sen ne de bir başkası, anlayacak bir kişi var mı sanki, dedi.

Babası kendisini sıktı, sustu bir süre. 

– O kaplumbağa kabuklarını niye bırakıyorsunuz elalemin evine? Amacınız ne sizin? diye sordu. Herkesin evinde karısı kızı var. Birinin yanında yakalanırsanız orada pislik çıkar. Belki de öldürürler sizi, diye devam etti.

– Biz girip kendimiz bırakmıyoruz. Kimsenin evine girip çıktığımız yok. Kimsenin namusunda gözümüz yok, diye cevap verdi Eymen. Taş yapıyor bunu, bağaları o gönderiyor dedi.

Bu sözleri ağzından kaçırmanın şaşkınlığıyla sustu. O anda babasının başından aşağı kaynar sular döküldüğünü bilemezdi; hatta sözleri, bir kaleyi kuşatan askerlerin kafalarına yukarıdan dökülen kızgın yağlar hangi etkiyi yaparsa, babasında da o etkiyi yapmıştı. Adam biraz kendini sıktıktan sonra deliye döndü; artık öfkesi denetimden çıkmıştı. Soyunu sürdürecek tek evladı neler söylüyordu; kafayı bozmuştu galiba oğlu. Anlayamıyordu, anlamak da istemiyordu. Bir o yana bir bu yana deli gibi gidip geliyor, bir şeyler bağırıp çağırıyordu. Düşünüyor ama çıkamıyordu işin içinden. Ne günah işlemişti de bunu hak etmişti? Sonra oğlunun üzerine yürüdü, artık kendisini kaybetmiş, gözü dönmüştü. Yanına varıp tam sağlam bir tokat indirmek üzereyken eve yeni gelmiş olan karısı yetişerek araya girdi. Oğlunu zar zor aldı babasının elinden.

Eymen, artık olayın ayyuka çıkmış olmasının ve bunu biliyor olmanın verdiği kısmi bir arsızlıkla daha rahattı. Ve artık ikisi de hiçbir şeyi umursamıyor, takmıyorlardı kafalarına; o yıkıntı gibi kulübenin içerisinde taşı çıkararak avuçlarının içerisine alıp düşüncelerini yoğunlaştırıyorlardı. Elbette ki, etrafta dolaşan dedikodular da ivme kazanarak artıyordu. 

Aslında en baştan beri bir dizi tesadüfle ortaya çıkan olaylar gelişiyordu. O taşın gücünü denemek için neyi kullanacaklarına karar vermeleri çok kısa sürmüştü, her taraf bağa doluydu. Birini önlerine alıp taşın altına koyarak işe başladılar. Sonra kaplumbağa kabukları yitip gidiyordu. İlk başlardaki tedirginlik, deneyimsizlikle biraz yavaş davranıp ne yapacaklarını bilemeden biraz tesadüflerin yardımıyla biraz deneme yanılmayla sağa sola bakındıkça çevreyi dinledikçe olana bitene dair kendilerinde güven kazandılar. Artık ertesi günden başlayarak çevreyi dolaşıp komşular tarafından atılan bağalardan bazıların bulup alıyorlar, böylece de başarılı olduklarına dair sonuç elde etmiş oluyorlardı. Ancak nereye göndereceklerine dair bir bilinçli bir yönlendirme yapamıyorlardı. Zaten her defasında başarılı olamıyorlardı. Gözden yiten bağalar ise rastgele bazı evlerde ortaya çıkıyordu. Bunu duyuyorlardı. Üzerine işaret koymaya başladılar sonra. Ama herhangi bir yöntem oluşturmak mümkün olmuyordu. Herşey rastgele düzensiz bir biçimde gelişiyordu. Neden oraya değil de buraya gidiyordu. Bu sorunun yanıtını bile bulabilmiş değillerdi. Evinde bağaları bulanlar ise doğaüstü bir korkuyla zarar vermekten çekiniyor ve dışarıda evlerinden uzakta duvar diplerine veya üzerlerine bırakıyorlar ya da ağaç dallarının sağlam yerlerine koyuyorlardı. Artık bırakılan bağaları nerede bulacaklarına dair genel bir fikirleri bile oluşmuştu. Fakat bir süre sonra olaylar beklenmedik bir biçimde sonuçlanacaktı. Yaptıkları denemelerdeki tehlikenin farkında değillerdi.

Eymen o gün evden çıkıp, bir aşağıdaki sokağın köşesini dönerken; babası da başı öne eğik, kimseyle karşılaşmamak için dua ederek, aşağı mahalleden aldığı yiyeceklerle eve dönüyordu. Evinden üç beş kapı ötedeyken, komşularından birisinin koyu yeşil boyalı, oymalı kapısı gıcırdayarak açıldı birkaç adım ilerisinde. Bu Baysal efendiydi, kapısının önündeki üç dört basamaklı taş merdiveni indiğinde göz göze geldiler; artık selamlaşmadan geçme şansları yoktu. Eymen’in babası;

– İyi günlerin olsun Baysal Efendi dedi. 

Hiç durmadan geçip gidecekti ki;

– Sana da iyi günler Otamış Bey, ama eğer kızmazsan sana bir iki çift sözüm olacak, dedi bir ayağı aksayan adam.

– O da ne demek Baysal Efendi, buyur söyle diyeceğini.

– Benden duymuş olma ama mahalleli artık şikayete gidecekmiş dedi. Dediklerine göre dün bir kızın dolabına bırakmışlar ama bu kez canlı bir kaplumbağaymış. Kız gece görünce korkudan düşüp bayılmış, diye ekledi.

Otamış yutkunduktan ağzını açtı konuşmak için ama yapamadı; kelimeler sanki boğazına düğümleniyor, bir el gırtlağını sıkıyordu. Evet artık işler çığırından çıkıyordu. Anlıyordu bunu.

Baysal Efendi;

– Haydi uğurlar ola, dedikten sonra hafifçe aksayan ayağından dolayı yalpalayarak yoluna yürüdü.

Otamış eve geri nasıl gittiğini, ne zaman kapıyı açıp içeriye girdiğini hatırlamıyordu bile; koltuğa oturmuş bekliyordu. Tavandan sarkan bir tahta kafesin içindeki renkli kuşlar cıvıldaşarak ötüşüyorlar; yumurtadan yeni çıkmış civcivler de, kafesin içerisine bırakılmış olan saman ve ot parçalarından analarıyla babalarının yaptığı yuvada gözleri yumuk, kımıldanıyorlardı. Karısı gelip Otamış’a ne olduğunu sorduğunda bile önce duymadı; ikinci kez biraz daha telaşla sorunca kadına, uykudan uyanırmış gibi bakarak;

– Yok bir şey, dedi; “Hızlı yürümüşüm biraz, içim sıkıştı o yüzden.” Sesi sanki fersah fersah ötelerden geliyordu.

Kadının; sokakta rastladığı, köyden gelen karı koca satıcılardan aldığı gül şerbetinden verdiğini ve kendisinin de içtiğinin farkına bile varmadan, saatlerce öylece oturdu; neden sonra karısına;

– Benim bugün, şehir dışına çıkmam gerek yine mal almak için, dedi.

Kadın bu gidişte bir tuhaflık olduğunu seziyor ama hiçbir şey diyemiyordu; çünkü kocasının yapmadığı bir şey değildi mal almak için şehir dışına çıkması... Yine de kadının içini kemiren bir duygu tüm varoluşunu sarıyor, yüreğini sıkıyordu. Otamış birkaç gün sonra döneceğini söyleyerek, eşyalarını topladı ve o akşam evden ayrıldı.

Eymen’se eve geldiğinde babasının gitmiş olduğunu duyunca içi açıldı, artık onunla aynı ortamda bulunmak bile geriyordu kendisini. Elindeki kalın şişlerle örgü ören annesinin yanında daha huzurluydu şu anda; birbirlerine tek bir söz bile söylemeden oturuyorlarken, açık pencereden dışarıdaki çocuklarını eve çağıran bir annenin bağırması duyuldu; çocuklar söz dinlemiyorlardı ama kadın babalarına dayak attırmakla tehdit ederek amacına ulaştı en sonunda. 

En sonunda sessizliği bozan annesi oldu; kadıncağız alt yanına yaşlar biriken gözlerle oğluna baktı, belli ki o an bir şeyler düşünüyordu içinden çıkamadığı.

 – Ne olacak oğlum bu hal? dedi.

Eymen çıkamadığı o halin içinde kıvranırken ne cevap vereceğini bilemiyordu, kendisini rüzgara bırakmış bir uçurtma gibiydi. Uzunca bir sessizliğin ardından;

– Sen canını sıkma ana, diye konuştu gözlerini kadının üzerinden kaçırarak. 

İçine çekerken ağzında ve soluk borusunda titreyen derin bir nefes aldıktan sonra; “Her şey olacağına varır,” dedi.

Biraz sonra gidip, yatağına elbiselerini çıkarmadan üstüyle başıyla öylece uzandı, tavanı kaplayan ve toprak dökülmesin diye merteklerin altından çakılmış olan tahtalara bakıyordu. Birazdan öylece uyuya kalacaktı.

Babasının gidişinin üzerinden iki gün geçtikten sonra hayatının akışını değiştiren o olayın yaşandığı gün evden biraz peynir, yoğurt ve ekmek alarak yola koyuldu Eymen. Güneşli bir gündü ve her yerde çocuklar oyunlar oynuyorlardı; yeryüzünde müthiş bir huzur ve sükun vardı sanki. Kulübeyi gördü uzaktan, kapısı her zamanki gibi açıktı, önündeyse kaplumbağalar dolanıyordu. Yanlarına vardığında hayvanların başlarına elini sürdü okşayarak. Bu geçen günlerde yolculuk yapmış olandı, dışarıya tekrar salınmış olduğu için arayıp bulmuşlardı. İçeriye baktı; her yer daima olduğu gibi darmadağınıktı, kaç kere düzelttiyse de geri dağıtıyordu bu adam. Sonra birden arkasında Serhan’ın geldiğini fark etti, ona doğru döndü. Arkadaşı “Zamanı geldi bugün deneyeceğiz” dedi kendisine. 

Eymen yere oturdu bağdaş kurarak. Arkadaşı elindeki taşla kafasının üzerine doğru kolunu uzattı. Önce zihnini boşaltmaya başladı. Sonra düşüncelerini yoğunlaştıracaktı. Yerin altından gelen bir titreşim artık belirgin bir biçimde tahta kulübeyi sarsıyordu. Ve bir uğultu yükseliyordu.

O sırada kapı duvara çarparak açıldı. Kapıda görünen adam atılırcasına içeri girdi. Gelen Eymen’in babasıydı. Bir haftadır kendilerini izliyordu. Önce dolabından kaplumbağa çıkan kızın ailesini bularak konuşmuş şikayetçi olmasınlar diye ikna etmiş sonra da iki arkadaşın peşine düşmüştü gizlice. Adım adım izlemişti onları belli etmeden.

Serhan’ın kolunu tuttu. O anda anlatıldığında kimsenin inanmayacağı bir olay yaşandı. Serhan’ın yan tarafa doğru kolunu tutan kişiye dönmesiyle birlikte karanlık barakanın içi ışığa boğuldu. Eymen gözlerini kapamadan önce son kez babasını ve arkadaşını gördü. Baraka yıkılacak gibi sarsıldı. Sonra sarsıntı yavaşladı. Zirveye çıkmış olan uğultu da azalarak bitti. Eymen gözlerini açtığında kendisinden başka kimse yoktu içeride. 

Dışarı çıkarak çevreyi dolandı, boşluğa babasının ve arkadaşının adını bağırarak ikisini de çağırdı ama bulamadı ve gelen giden de olmadı. O gün akşama kadar bekledi. Ve ertesi gün… İkisi de yoktu; kaybolup, sırra kadem basmışlardı; düşünüyor ve yavaş yavaş çözüyor, aslında ne olduğunu zaten bildiğini anlıyordu. Evet, ne olduğunu çok iyi biliyordu. Kimse anlayamasa bile kendisi anlıyordu. 

Birkaç gün sonra yakınlardaki ağaçlık bir alanda her ikisinin de cesedi bulundu. Herkese göre olan biten çok açıktı. Nasıl olduğu tam anlaşılamasa da birbirlerini öldürmüşlerdi. İleride bir ağacın dibinde ise kararmış bir taş bulunmuştu.

 

© Deniz Karakurt

İzinsiz paylaşılamaz. Kaynak belirtmeden alıntı yapılamaz.