Çevirmen Açıklaması: Fahralı köyü (Azerice: Faxralı; Gürcüce: Talaveri), Gürcistan'ın Bolnisi Belediyesi'ne bağlıdır. Nüfusun neredeyse tamamı Azeridir. Köyün zengin bir kültürel birikimi vardır. Aşağıdaki efsaneler Türkçeye çevrilirken Azericenin cümle yapısı ve söz dizimi mümkün olduğunca korunmaya çalışılmıştır. Anlaşılabilen deyim ve tamlamalar Türkiye Türkçesi’nde var olmasalar bile olduğu gibi aktarılmıştır. Yalnızca anlaşılamayacak olan sözcükler değiştirilmiştir. Dolayısıyla cümleler üzerinden değil sözcükler üzerinden titiz, yorucu ve zaman alıcı bir çeviri yapılmıştır. Ancak bunun sonucunda Azeri Türkçesi’nin etkilerinin hissedildiği bir metin ortaya çıkmıştır.
– Deniz Karakurt
***
Cennet Bulağı (Cənnət Bulağı)
[*bulak / bulaq / bulax / bulah: pınar, çeşme]
Yoksul bir kocakarının sürekli (aman-zaman) bebek torunu rahatsızlanır. Ne illah eyleseler de ona bir çare bulunmaz. Kocakarıya tavsiye ederler ki, “O yüz”e, Divsiz Gölü’nün arkasına gitsin. Orda her derde ilaç eyleyen bir lokman (loğman) vardır, zavallı çocuğa ilaç eylese ancak o eyleyebilir.
Çevirmen notu: 1. O yüz (“O üz”) – o taraf; tamlamanın ayrıca yer adı olarak özel bir anlamı olabilir. 2. Dipsiz Göl – dibi görünmediği için bu adı aldığı bilgisi kaynak kitapta mevcuttur.
Kocakarının bineği olmadığından naçar kalıp torununu da bir dalına atıp, düşer yolun ağına. Avand [uğurlu] bir komşusu kocakarının arkasınca bir kova uğur suyu atar…
Yaş seksenin eşiğinde, yolda ki, yokuş yukarı biçare kocakarı iyice yorulur. Yardımına yetesi bir Allah kulu ümidiyle dönüp arkaya yaslanır. Hayli uzaklarda bir atlı görünür. Zavallı kadın onu gözlemeye karar verir. Bir süreliğine dinlenmek istemektedir (bir hovurluğuna dincini almaq istəyir). Susuzluktan kurumuş dudaklarını yalar. Torunun iniltileri kesilmez ki, kesilmez. Bu imanlı kocakarı el açıp Allah'a yalvarır:
– Ey bütün yardımsızların (köməksizlərin) sığınağı! Ben bugün zor durumdayım (gün-savaxlığam), bana ve bu ufaklığa merhamet eyle!
Birden… Kocakarı yakınlarda su şırıltısı işitir. Bayağı bir kafası karışır. Bu civarlarda çeşme, bulak olduğunu ne görmüştür, ne de işitmiştir…
Kadın su sesine doğru gider. Yok, bu bir düşsel görüntü (karabasma-zad) değildir. Yerden su fokurdamaktadır. O, aceleyle torununa bir avuç su içirir. Sonra avuçlayıp kendisi de içer. İlahi! Bu ne mucizeymiş, ne büyüymüş – torunun iniltisi hırp kesilir, bet-benzi, rengi-ruhu (rəngi-rufu / rəngi-ruhu) düzelir. Bu esnada atlı da gelip yanına varır. Bulağı çeşmeyi görende o da kuruyup kalır (Türkçe’deki “donup kalmak” mecazı gibi)…
Kocakarı bir torununa bakar, bir de dupduru gözyaşını hatırlatan bulağa. Fısıltıyla:
– Şükür kerametine, Ya Huda! (Xudaya!) der.
Dönüp bulağa bir daha bakar:
– Cennet suyuymuş suyun, ay bulah!
Bu fısıltı çöle-düze yayılır, obalarda (binələrdə) yankılanır: “Cennet suyuymuş suyun, ay bulah!”
Çevirmen notu:
Bine – Göçerlerin büyükbaş hayvanlarla göçüp köy dışında mesken tuttukları yer; yurt, göç. (Binə – Köçərilərin mal-qara ilə köçüb, kənddən kənarda məskən saldıqları yer; yurd, köç.) – Alıntı: Azərbaycan dilinin izahlı lüğəti, 1. c., Bakı (Bakü), 1966, 595 səh.; S: 273
O günden beri bu bulağın adı kalır Cennet Bulağı. Cennet Bulağı şimdi de Karahaç (Qaraxaç) yaylağında çağlamaktadır.
Diğer rivayet:
Bir süredir oraya yerleşmiş olan yabancı aksakallı çok hastalanır. Ağrı onu elden salar. Hiç kimse ona ilaç eyleyebilmez.
Yıllar yormuş bir lokman (loğman) onun derdinin adını söyler, dermanının zor bulunacağını da bildirir: Dermanı cevher sulu bulağın üstünde biten pembe (çəhrayı / çehrayı) renkli güldür. Hasta, o bulağın suyunda o gülü çay gibi demleyip içmelidir. İlin civanları hemen gülü aramaya yollanır. Bilgili civanlardan biri hem gülü, hem de gülün yanındaki bulağın suyundan da alıp gelir. Lokman gülü görünce gülümser, işte bu güldür.
Yabancı aksakkalı sağalır. Onun şifa bulduğu bulağın adı kalır Cennet bulağı…
Taş Çoban (Daş Çoban)
Çok-çok kadim zamanlarda bu civarlarda bir çoban koyun otarırmış [otlatırmış]. O çağlarda ne Dibsiz varmış, ne de Keçikıran. Çoban da, sürü de susuzluktan çok eziyet çekermiş. Çoban, Allah'a yalvararak ondan imdat istemiş, su olursa kurban için bir ak, bir de kara koç keseceğine and içer. Çobanın ahdi yerine yeter; her koça göre Tanrı bir göl yaratır: Dibsiz göl, Keçikıran göl. Çoban andına emel eylemez (əməl eləməz – isteksiz davranır, yerine getirmez); koçları kesmez. Allah onu sürüsü ile birlikte taşa dönderir.
Keçikıran (Keçiqıran)
“Yastıkar”dan (Yastıqar) yukarıda adsız bir göl varmış. Bu göllerin civarları (həndəvərləri) nihayetsiz otlaklardı. Aran Borçalı’dan bir ağa her ay burada yerleşir (binələnər), davarını, mal-karasını [mal-qara: sığır, büyükbaş hayvan] burada otartır [otlatır], bol mahsül (mənsil) götürürmüş.
Çevirmen notu: Mensil – ağartı [süt] ürünü, sütten yapılan ağartı ürünler; tereyağı, peynir, yoğurt. (Mənsil – ağartı məhsulu, süddən hazırlanan ağartı məhsulları; yağ, pendir, qatıq) – Alıntı: Qərbi Azərbaycan Şivələri Lugəti, Almaz Bədəlova, 2023
Bu ağa çok Azazil (Əzazil – şeytani bir varlık), kan-içen bir adammış. Hizmetkarlarına (nökərlərinə), kullukçularına (qulluqçularına – uşaklarına) “göz verip ışık vermezmiş” (göz verib işıq vermirmiş), her basit küçük kabahat, dikkatsizlik için onlara zülüm verdirirmiş. Ağıldan (arxaçdan / arhaçtan) beş dana çalındığı için çobanı (danaçı’nı) kan-içen itlerin önüne attırmış. Böylesi kişiliğinden dolayı ona Zulum Ağa diyorlarmış.
Zulum Ağa’nın yoksul (mağmın), dili özünde olan bir çobanı varmış. Yetim, yiyeceksiz-içeceksiz (yiyesiz-suavsız) bir adam olduğu için Yetim Çoban adıyla tanınırmış. Bir gün Yetim Çoban sürüyü Dibsiz Göl'ün civarında yayar. Kendisi ise abasını (yapıncısını) serip bir süreliğine dinlenmek istiyormuş (bir hovurluğuna dincini almak isteyir); gece “ağzı-murdarlar” (canavarlar – kurtlar) ağıla saldırdıkları için uykusuzmuş. Koyunlar harpa-harpla otluyorlarmış. Biraz uzaktan hazin bir ney sesi geliyordu. Yetim çoban fısıldıyordu: “Çobandır. Yine derdinden çalıyor” (naxırçı / nahırçı: çoban – naxır: sığır). Yüreği parçalanır (ürəyi kövrəlir) yetim çobanın, doluksunur (doluxsunur – gözleri dolar)…
O, hayalden ayrılıp sürüden tarafa boylanır. Gözlerine inanabilmez: sürü göle doğru kaçışıyordur. Sürünün arkasınca koşar. Tekeler gölde boğulmuştur. Suyun yüzünde koyun leşleri görünüyordur. Yetim Çobanın çığlığı, Bozdar’ın uluması dağlara yayılır. Yetim Çobanın ruhu “(urvası) uçmuştu”. Soğuktan değil, korkudan titriyordu; Zulum Ağa onu zulüm günlere koyacaktı. Kaçıp gitmeye, başını daldalamaya [korumaya, siper etmeye] hiçbir yakını yoktu. Kaçıp gitse de Zulum Ağanın çaparları [atlı adamları] onu bulup geri getirecekti (qaytaracakdı). Çoban onu sakinleştirecek (toxtaqlıq verməyə) söz bulamıyordu.
Zulum Ağanın kara-kışkırığı [qara-qışqırığı: kara çığlığı] işitilir…
Yetim çoban ellerini göğe açar:
– Allah'ım! Beni Zulum ağanın zulmüyle öldürmektense, itlerine yem eylemektense kara taşa dönder!..
Mucize baş verir; Yetim Çoban da, Bozdar da, davar da bir anın içinde taşa döner.
O günden o adsız göle – Yetim Çobanın taşa dönmesine bahiskar olan göle “Keçikıran” (keçiler kırılan) göl denir…
Koşa Bulak (Qoşa Bulaq)
[*koşa / qoşa: ikiz, çift]
Kendi kendine zar zor geçinebilen yoksul bir kişi bozkırda (aranda) mahsül (mənsil – süt ürünü) yığabilmediği için her yıl daha sonradan Koşa Bulak olarak adlandırılacak yerde yerleşirmiş (binələnərmiş – çadır kurarmış). Adına Yoksul Ali (Mağmın Əli) derlermiş.
Mağmın Alinin su sunası gibi iki yeni yetişkin (növreste) kızı varmış. Bu kızlar her gün inek sağımından sonra çok da hızlı akmayan nazik sulu dağ çayında yıkanıp serinlenirlermiş.
Çevirmen notu: Azerice “Su sonası” – yabani ördek, mitolojik olarak denizkızı.
Sıcak günlerin birinde iki bacı bir-birine kolkola girip (koşulub) yine çaya inerler, dört yana boylanırlar (dolaşıp bakarlar) ki, birden yoldan-izden geçen olur diye. Hiç kimse görünmediğinden soyunup çimerler.
Dünyanın türlü-türlü kaygılarından uzak olan bacılar taşın üstünde oturup kurulanırken analarının sesini işitirler:
– Nergiz! Menevşe! (Nərgiz! Bənövşə!) Nerdesiniz, a günü karalar? Gelin, buzağılar mıhçada [mıxçada – çivide; yani bağlı] kaldılar yahu (axı / ahı)!
Kızlar acele giyinmeye başlayanınca, karşı yakada dayanıp [durup] onlara bakan düzgün (qıvçax / gıfçax – kıvçak) geyinmiş iki bığıburma civana gözleri sataşır (bıyığıburma, yani yetişkin genç erkek – bığ: bıyık). Kızlar utançtan donup kalırlar. Beş-altı saniye geçer…
Oğlanlar dereye doğru inerler.
Nergiz bacısını göğsüne bastırıp ellerini göğe açar:
Ey göze görünmez! Koyma ki, el içinde rüsvay olmayalım! Ata-anamızın rezil-rüsva (xəcil-xəcalət / hecil-hecalet) olmasına imkan verme!
Oğlanlar dereyi geçip dayanırlar [dururlar]; kızlar yoktur. Gökyüzünde iki güvercin dolaşırdı, kızlar güvercine dönüşüp göğe çekilmişlerdi…
Mağmın Ali her yanı araştırır, her yana sorak [haber] salar, kızlarından haber tutabilmez. Kişi [adam] dertten üzülüp canını verir [tapşırır]. Onun mezarı üstünde iki güvercin tüy (lələk) döker…
Kızyeter (Qızyetər) her gün mal sağımından sonra dağ çayının kıyısına iner. Her zaman kızlarının kurulandığı yerde dayanır [durur], gözyaşları kuruyuncaya dek ağlar. Onun gözyaşlarından yanaşı [yanyana] iki bulak oluşur (yaranır) – “Koşa bulak”…
Karadağ (Qaradağ)
Ağbaba’da yaşayan Memmed köyün ağasının kızına vurulur. Kız onu beğenmez. Bu sevda dile-dişe düşer. O, tay-tuş [hay-huy: karmaşa, telaş] içinde utançlı kaldığından Aynişan’ı alıp kaçar, Borçalı’ya yüz tutar. Karahaç’dan aşıp gece-gündüz at sürer, gelip çıkar Fahralı’ya, sonraları Karadağ olarak adlandırılacak dağın eteğine. Kızın elini-kolunu çözer (açır). “Daha nere kaçasıdır ki?” diye düşünür. Ocak kalamak [ocaq qalamaq – ocağa odun yığmak] için kuru odun toplamaya gider. Biraz vakit geçer ki Aynişan’ın çığlığını işitir. Sen deme, o Memmedin elinden kaçmak fikrine düşmüştür. Geldikleri yolla değil, dağ-taştan aşıp uzaklaşmak istemiş. Acelesinden ayağı tökezler, kendini koruyamaz [özünü saxlayabilmir / sahlayabilmir], dağdan uçar. Aynişan ölür…
Memmed sevdiği kızın ölümünden sarsılır. “Sineme kara dağlar çektin, a dağ!” – diye fısıldar ve elini hançerine atar…
Bu fısıltı bir sorağa (habere), ses-sedaya dönüşür. O vakitten bu dağın adı Karadağ kalır…
Çeviren: Deniz Karakurt (Dəniz Qaraqurd)
Kaynak: “Oğuz eli Fahralı” kitabı – Reşid Fahralı (“Oğuz eli Faxralı” kitabı – Rəşid Faxralı); 2002
Orijinal dil: Azerice (Azeri Türkçesi)


