Köyde dedemin yeğeni olan yaşıtım Levent’le birlikte Ağ Kayaların dibine ineklerini ve danalarını yaymaya giderdik. Köyün dışında yürüyerek en fazla yarım saat uzaklıkta bulunan bu yerde ırmağın kenarında yeşil çayırların bulunduğu bir yerdi burası. Kavaklıkların arasından geçerek, bazı yerlerde tepelere tırmanarak, aşağıdaki ırmağa yuvarlanma tehlikesinin bulunduğu dar bir dağ belinden aşarak ulaşılırdı buraya. Irmak boyunca birkaç su bendi vardı, tarlaları sulamak amacıyla tutulurdu bunlar. Özellikle Ağ Kayaların az ilerisindeki bir kavaklığın ötesinde bulunan Sultan Bendi oldukça derin ve tehlikeliydi. Yine de sık sık yüzmek için girerdik.
Ağ Kayalara tırmandık iki üç kez. Kuytu köşelerinden birinde karlık vardır. Burada yazın bile kar bulunabilir. Kayalığın üst yüzeyinin hemen altında yer alan mağaraya tepesinden içeriye açılan dar bir geçitten sürünerek girilebilirdi ancak. Bu geçit bazen zifiri karanlığa bürünür önünüzü göremezsiniz. İlerlemekten başka çareniz yoktur, geri de dönemezsiniz, o kadar dardır çünkü. Birkaç kez kıvrılır, bükülür bu tünel. Hele bir yer vardır ki orası son derece tehlikelidir. Bir çukurun üzerine uzatılmış tahtanın üzerinden geçersiniz. Deliği neredeyse bütünüyle kapatmış olan tahtanın kıyısından köşesinden farkedilen karanlığı gördüğünüzde sizi aldatır. Alçak bir girinti sanar çoğu insan. Oysaki dağın boyundan daha aşağılara, dipsiz derinliklere iner. Söylenenlere göre, Cehirlik diye bilinen bölgedeki yaklaşık yirmi kilometre ötede yer alan başka bir dağda bulunan mağara ile bağlantılıdır yerin altından. Kimileri de der ki, o çukura düşen bir köpek tesadüf eseri Kızılırmak’ın kıyısında bulunmuştur. Bu da en az 50 kilometre demektir. Sonrada ine ulaşılır, pencereye benzer açıklığı dışarıya bakan bir oda gibidir burası. Levent ve rastladığımız diğer çoban çocuklarla birlikte Ağ Kaya’nın tepesine çıktık ve içeriye girdik. Ben en arkadaydım. Tam çukuru örten tahtanın üzerinden sürünürken birden tahta titremeye başladı. Aşağıdan göğsümü hatta sırtımı bile üşüten bir esinti vurdu bedenime. Ve belli belirsiz bir uğultu duydum. Korkudan bağıracaktım ama nedendir bilemiyorum sesim çıkmadı. Ağzımı bile açamadım. Aşağıdan vuran rüzgarın uğultusu taş dehlizin içinde dağılarak kayboldu. Her birimizi ürperterek görünmez saydam giysilerinin upuzun ve dağınık parçalarını savurarak mağaranın penceresinden dışarıya çıkıp gitti. Hızla tahtanın öbür tarafına geçtim. Sürünerek mağaraya vardım ve ayağa kalktım. Bir süre dolaştım içeride ve kendimi yenemeyerek geri döndüm sürünerek tahtanın başına vardım. Bir süre kararsızlık içinde bekledim. Ama olmadı, yapamadım. Tüm korkuma rağmen kendime yenildim ve tahtayı çektim dizlerimin altına doğru. Dipsiz kuyu kapkara önümde duruyordu. Bense ileriye doğru bakıyordum. Olmadı… Yine yenildim kendime… Bir kez daha… Başımı eğip aşağıya baktım. Hatırladıkça bugün bile dehşetinden gözlerimden yaşlar boşalacak gibi hissederim kendimi. Kaskatı kesildim, tüm kaslarım gerilmişti. Korkudan öte bir şeydi hissettiğim. Çaresizlik belki… Çünkü korkmanın yararı olmadığını anlamıştım o an.
İçeriye girdiğimde hiç kimseye bir şey söylemedim. Pencereye benzeyen açıklıktan dışarıya baktım. Ve yıllar sonra yazacağımı bilemediğim bir kitapta tasvir edeceğim bir manzarayı hafızama yerleştirdim.


