Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de insanlar kendilerini belirli kategoriler içerisinde sınıflandırırlar. Bu sınıflandırmaların en kolayı siyasi partilere dayalı olanıdır. Bir de siyasi partileri daha basit ama daha bulanık olarak genelleyen bir yaklaşım vardır. Hepimizin çok iyi bildiği, hepimizin çok sık yaptığı bir sınıflandırmadır bu: “Ben sağcıyım” , “Ben solcuyum”… Hepsi bu kadardır. Koca bir dünya ikiye ayrılmıştır artık.

Peki sağ ve sol diye kategorize edilen bu görüşler arasındaki fark nedir? Başka bir deyişle bu görüşlerin iddiaları nelerdir, neleri savunurlar? Yüzlerce, binlerce farklı cevabı vardır bunun. Bu görüşlerin mensupları, kendilerince olumlu gördükleri yanlarını, ayırt edici özellikler olarak sunarlar sizlere. İsterseniz bir deneyin. Sorun etrafınızdaki insanlara… Sağcı olduğunu söyleyenlere; “Sağcı olmak ne demektir?” diye bir soru yöneltin. Birbiriyle ilgisiz, (bazen birbirine benzer) çok değişik cevaplar gelecektir. Ya da bir solcuya sorun; “Solculuğun savunduğu şey nedir?” diye… Yine çok geniş bir yelpazede yanıtlar alacağınızdan emin olun. Ama bu yanıtların çoğu tarihsel ve pratik olarak ya yanlıştır ya da eksiktir her iki kesim için de. Mesela sağcılar, sağcılığın “geleneklere bağlılık, dine bağlılık, milliyetçilik, muhafazakarlık, özgürlükçülük, liberallik, serbest piyasa ekonomisi…” olduğu cevabını vereceklerdir size. Veya solcular da “ilericilik, demokratlık, laiklik, eşitlikçilik, bağımsızlık, devletçilik, planlamacılık…” olduğunu ifade edeceklerdir solculuğun. Doğru mudur bunlar? Belki kısmen doğrudur. Aslında –hele de günümüzün siyasi dengeleri ve kavramları değişen dünyasında- bu kavramların bir kısmı, her iki görüş tarafından da kabullenilir, hatta bazıları her ikisi için de vazgeçilmezdir. Son yıllarda yaşanan değişimlere paralel olarak da; bunlardan birisini bugün solculuk adına savunan birisi yarın karşı çıkabilir. Dün sağcılık adına bu kavramlardan birisine sahip çıkan bir topluluk, bir süre sonra o kavramı reddedip bugün onun tam zıttı olan başka bir kavrama sarılmış olabilir. Ayrıca bu kavramlardan kimin ne anladığı da ayrı bir muammadır. Örneğin özgürlükleri sağcılar da solcular da savunur, ama özgürlükten ne anladıkları kimi zaman farklılaşır. Öyleyse bu dünya görüşlerini birbirinden farklılaştıran temel kriterler nelerdir? Bu soruya cevap verebilmek için ideolojileri incelemek ve anlamak gerekmektedir.

Sol olarak sınıflandırılan görüşlerin içerisinde bir uçta Sosyalizm vardır. Diğer tarafta ise sağ ideolojilerin en yaygını olan Kapitalizm. Bu kavramları tanımlayıp içerisini doldurmaya başlamadan önce yukarıda sorduğumuz soruyu yeni bir biçimle tekrar soralım: Bir zamanlar Dünya’yı soğuk savaşa sürükleyen birbirinin düşmanı olan bu iki görüş arasında temel sorun nedir? Birbirlerinde kabullenemedikleri şey nedir? Halk tabiriyle neyi paylaşamamışlardır? Şimdi bu sorunun cevabına geçmeden önce tarih içinde geriye doğru bakıp, kişisel anılarımıza bir göz atalım hep birlikte.

İdeolojik kavgaların ön plana çıktığı dönemlerde aileler; kendilerine belirli ideolojileri dayatmaya çalışan gençlere sorarlardı: “İktidarı ele geçirdiğinizde ne yapacaksınız?” Sol görüşler içindeki uç fraksiyonları savunan gençler büyük bir gururla cevap verirdi: “Herkesin bir evi olacak, fazlası varsa elinden alacağız, olmayana vereceğiz.” Diğer uçtaki görüşler de bu iddiayı yine onlara karşı kullanırlardı: “Bakın onca emek vererek aldığınız, yaptırdığınız evlerinizi ellerinizden alacaklar.” Bu tartışmalar sürüp giderdi. Tam da bu noktada durup iki tespitin yapılması gerekir. Birincisi; bu gençler yukarıda saymış olduğumuz muğlak kavramları sahiplenenlere nazaran doğru bir noktayı yakalamış görünürlerdi. Yani ilericilik-gericilik veya özgürlükçülük-eşitlikçilik gibi soyut iddiaları bırakıp sorunun ekonomik olduğunu yakalamışlardı. Yani sorun özel mülkiyetle (veya mefhumu muhalifinden devlet mülkiyetiyle) ilgiliydi. Peki ama sorun insanların evleri miydi? Burada söylenmesi gereken ikinci husus da budur?: Hayır! Bu konuda yanılıyorlardı.

Sosyalizm ve Kapitalizm arasındaki temel çelişki insanların evleri, arabaları üzerindeki mülkiyet hakkı değildir. En azından bu iddia kısmen doğru olsa bile büyük oranda eksiktir. Öyleyse doğru açıklama nedir? Yanıtını doğrudan verelim: Üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkının kime ait olacağıdır. Üretim araçlarının mülkiyeti… Peki üretim araçları nedir? Bildiğimiz anlamda basit el araçlarını anlamayacağız elbette ki. Fabrikaları, ticari amaçlı atölyeleri, ticari amaçlı tarımsal arazileri ve hayvan çiftliklerini anlayacağız. Şimdi sorumuzun yanıtını tekrar verelim. Sosyalizm ve Kapitalizm arasındaki temel sorun ekonomiktir ve üretim araçlarına kimin sahip olacağı sorusu üzerine kuruludur.

Üretim araçlarına kim sahip olacak?

Peki bu siyasal sistemlerin ve savunucularının cevapları nedir bu soruya dair? Kapitalizm der ki: Üretim araçlarına özel mülkiyet sahip olacak. (Yalnızca ve yalnızca özel mülkiyet, başka ortağı olmayacak).  Öyleyse mutlak kapitalizmden yana olanlar ticari hayata devlet müdahalesini  kabul etmeyeceklerdir. Devlet yalnızca para basacak ve vergi toplayacaktır. Sosyalizmin cevabı da bu kadar kestirmedir ama tam tersidir: Üretim araçlarına yalnızca devlet sahip olacak. Devlet sahip olacak ama “Toplum adına” diye bir şerh düşmeyi de ihmal etmez. (Böylece sosyalist devletlerin katışıksız biçimlerinde kişiler fabrika sahibi olamaz, ticari amaçlı büyük arsa ve arazi sahibi olamaz, ticari amaçlı hayvan çiftliği sahibi olamaz.) Yani insanların evleri ve ticari amaçlı olmayan arsaları sorunun çekirdeğinde yer almaz. Bunlar ancak ikinci sıradadırlar. Temel sorunu halleden yani üretim araçlarını devletleştiren pek çok sosyalist devlet bu aşamadan daha ileriye gitmemiştir. Ama kimileri de üretim araçlarıyla yetinmeyip evleri ve arsaları da (gayrımenkulleri) özel mülkiyetin elinden çekip almıştır. Tarih içinde baktığımızda örneğin Osmanlı toplumunda tarlalar ve toprak devletin malıdır. İki yıl üst üste ekmeyenin elinden devlet o toprağı alır ve başkasına verirdi. Elbette ki Osmanlı Devleti sosyalist bir yapıya sahip değildi ama gerileme ve çöküş dönemlerine kadar toprak sistemi sosyalist bir yapıyı andırıyordu. Bu kadarla yetinmeyen bazı sosyalist devletler ise  toplumsal hizmetleri de kamulaştırmıştır. Örneğin elektrik, su, doğalgaz, telefon, ulaşım hizmetleri özel mülkiyetin tasarrufundan çıkarılmıştır.

Kısaca özetlersek, siyasal sistemler arasındaki özel mülkiyet veya devlet mülkiyeti nelere sahip olmalıdır sorusu şu önem sıralamasına göre ilerler:

1. Üretim araçları, 2. Gayrımenkuller 3. Hizmetler

***

Sosyalizm ile Kapitalizm arasındaki temel çelişkinin, “üretim araçlarına kimin sahip olacağı” sorunundan kaynaklandığını belirtmiştik. Bu sorunun devamında ise, üretim araçlarının ardından ticaret araçları, sonrada gayrımenkuller ve hizmetler geliyordu. Kapitalist Sistemler üretim araçlarına mutlak anlamda özel mülkiyetin, Sosyalist Sistemler ise mutlak anlamda devletin sahip olmasını savunuyordu. Şimdi sağ ve sol kavramlarını netleştirebilmek için bu sistemlerin öngörülerini biraz daha açıklamak da fayda olacaktır.

Kapitalizm, Avrupa kökenli dillerin neredeyse tamamında var olan “Kapital” kelimesinden türemiştir. Kapital; kelime anlamı itibarı ile sermaye, mal, anamal, varlık, servet demektir. Dolayısıyla Kapitalizm üretim araçlarına, sermayesi olan herkesin sahip olabileceğini ifade eder. Özel mülkiyetin, özel sektörün üretim ve ticaret üzerindeki mutlak hakimiyeti bu iddianın doğal bir sonucudur. Bu sistemde devlet vergi toplamak ve para basmak dışında ekonomiye müdahale etmez. Fiyatların belirlenmesinde serbest piyasa anlayışı hakimdir. Üretim ve fiyat arz-talep kanunlarına göre belirlenir ve işler. Yani ürün az bulunuyorsa ve ona yönelen talep de mevcutsa, fiyatı yüksek olur, ürün çoksa fiyatı düşer. Yani yeterli sermayeniz varsa bir işletme kurup, üretim veya ticaret yaparsınız, ürünü piyasaya sunar ve fiyat belirlersiniz. Fiyat uygunsa alınır, değilse fiyatı azaltırsınız. Ya da aşırı talep varsa fiyatı yükseltirsiniz. Bu sebeple kapitalizme (aslında siyasal ve toplumsal özgürlükleri savunma noktasında çok daha geniş kapsamlı bir kavram olan) ve Özgürlükçülük, Serbesticilik anlamlarına gelen ve ekonomik özgürlüğü ifade eden Liberalizm adı da verilir. Liberalizmin kavramsal olarak sonuçları; Serbest Piyasa Ekonomisi, Parlamenter Demokrasi, Çok Partili Rejimleri de beraberinde getirir ve Kapitalizmden daha geniş bir kavramdır. Ancak kapitalist/liberal yapılar bu özgürlük iddialarının aksine ciddi gelir dağılımı adaletsizliklerine sebebiyet vermişlerdir. İnsanları karın tokluğuna çalıştırmışlardır tarihsel süreç içerisinde.

Sosyalizmi de yine kelime anlamı üzerinden yola çıkarak açıklayalım: “Sosyo” (toplum) kökünden gelen Sosyalizm kelimesi; toplumculuk, toplumsalcılık, toplumsallık anlamlarına gelir. Ekonomik anlamda toplum adına devletin üretim ve ticaret araçlarına sahip olmasını, devletin ekonomiye büyük oranda müdahil hatta bütünüyle sahip olması gerektiğini iddia eder. Yani bu sistemde özel mülkiyet her şeyden önce üretim ve ticaret işletmelerine sahip olamayacaktır. Kapitalizmin öngördüğü Serbest Piyasa Ekonomisinin karşısına ise Merkezi Planlama kavramını ortaya çıkarmıştır sosyalizm.  Merkezi Planlama; bir yıl içinde üretilecek tüm ürün ve hizmetlerin ihtiyaca göre alt birimlerden gelen verilere göre tek merkezden hesaplanmasıdır. Tüm hesaplamalar en son olarak bu tek merkezde toplanır ve koordine edilir. Burada esas olan bir yıllık ihtiyacın ne kadar olacağının öngörülmesidir. Örneğin eski Sovyetler Birliği’ne bağlı Türkmen Sovyeti’nde bir yılda kaç adet sandalye üretilecektir? sorusunun yanıtı, ne kadar silgiye ihtiyaç vardır? sorusuna bağlı olarak aranır. Bunlara ilave olarak Sosyalist rejimler asıl odak noktası olmadığı halde, Liberalizmi reddetmelerinin bir uzantısı olarak; Tek Partili Rejimler oluşturmuşlar, hatta demokrasiye ve eşitliğe yönelik temel iddialarının aksine zaman zaman diktatörlük yönetimlerini benimsemişlerdir.

Sosyalist rejimlere yöneltilen en önemli eleştiriler; baskıcı ve despotik yapılanmalar haline dönüşmeleri, çok sesliliği ve demokrasiyi rafa kaldırmalarıdır. Ayrıca dini reddetmeleri, dine karşı olumsuz yaklaşımları en önemli zayıflıkları haline gelmiştir. Bu eksiklikler, Kapitalist Batı ülkeleri tarafından Sosyalist Rejimlere karşı kullanılmıştır.