Dinlediğim iki tane halk öyküsünden esinlenerek…
Aynanın karşısında oturmuş başını çevirerek saçlarına arkadan bakmaya çalışan genç kız aynı zamanda derin bir düşünce denizine dalmıştı. İnsan mutlu olmak zorunda mıdır? diye düşünüyordu. Öyle bir zorunluluk mu vardı, kim koymuştu o kuralı? Sessiz, içine kapanık bir genç kızdı; içe dönük ve yalnızdı. Sürekli bir hüznün içinde boğulur gibi yaşıyor, mutluluk denilen kavramı anlamlandıramıyordu. Doğru dürüst bir arkadaşı bile yoktu; üzerine çok fazla titrenilmiş ama doğru biçimde ilgilenilememişti. Aysana sarayın kapalı çevresinde dadıların, nedimelerin elinde büyümüş, iyi bir eğitim verilmiş, belirli bir düzeyde kültür edinmesi sağlanmıştı. Aldığı bu eğitimlerin bir sonucu olarak çok güzel yatuğan çalardı. Kendisini pek fazla güzel bulmazdı ama dillere destan olacak, çevre ülkelere yayılacak kadar olmasa da güzel bir kızdı aslında.
Bir gün ikindi vakti odasının balkonunda otururken saray avlusuna birkaç atlının girdiğini gördü; bu atlıların hiçbirisinin yüzünü dahi göremiyordu ve gelenlerin kim oldukları hakkında da en ufak bir fikri bile yoktu; ama gönlü bir yerlere aktı, hayatının değişeceğini bağırıyordu içindeki birisi sanki. Mevsim sonbahardı ve hava kapalı, boğucuydu; böylesi havalarda içini hep bir karamsarlık kaplardı; sabahtan beri de sıkıntıdan yarılacaktı neredeyse. Ama atlıların girişiyle birlikte o sıkıntı güneşin karşısında eriyen kar gibi dağıldı, kayboldu; bu adamların uzak bir yerlerden, farklı bir ülkeden geldiklerini tahmin edebiliyordu, görünüşlerinden. Olasılıkla içeriye girecekler, babasıyla görüşeceklerdi.
O akşam kapısı çalındı, gelen bir nedimeydi.
– Sizi aşağıda yemek odasında bekliyorlar, dedi uzun boylu, iri yapılı kız.
– Tamam, birazdan inerim, diye yanıtladı Aysana.
Nedime kapıdan çıkmak üzereyken geri dönüp;
– Yardım edilecek bir şey var mı? diye sordu.
– Yok, teşekkür ederim, diye yanıtladı gülümseyerek.
Kendisini aşağıya yemeğe çağırıyorlardı, gelen önemli bir konuktu demek ki. Orada bulunmasını istiyorlardı, çünkü babası bazen kendisinden yatuğan çalmasını isterdi konuklara ve bununla gururlanırdı, yine öyle olacaktı galiba. İçine bir sıcaklık doldu, anlaşılmaz ama tatlı bir korku doğdu gönlünde. Hiç yapmadığı kadar süslendi; yüzüne vuran gün ışığında teni su gibi dalgalanırken saçlarını taramaya başladı; sonra dadısının; “Gün ışığının altında saç taranmaz,” dediğini anımsayarak gölge bir kenara çekti iskemlesini. Onun dediğine göre tarak bir kadın için çok önemli bir nesneydi, o yüzden onu eline alınca dikkatli olmak gerekirdi; o kadar ki Dudar Kız peşindeki devin elinden, yere attığı tarağın ormana dönüşmesiyle kurtulmuştu. Ardından taramayı bitirdiği kestane rengi saçlarının arasına iri bir gül soktuktan sonra aşağıya indi. Kendisini hayatında hiç hissetmediği kadar güzel hissediyordu, içi içine sığmıyor, yüreği bir sel gibi yatağından dışarıya taşıyordu, kendi kendisiyle barışıyordu. Acele etmeden aşağıya inip, yavaş yavaş salona girdi, ağır ağır ilerledi. Yaklaştıkça konuğun yüzünü daha iyi seçiyordu, o da kendine hayranlıkla bakıyordu. Nasıl bakmasındı ki; bembeyaz teni, kara kaşları, küçük dudaklarıyla peri masallarından çıkmış gibiydi. Aslında konuklar birkaç kişilerdi ama oturma düzeninden en önemli olanın o olduğu zaten belliydi. Masaya yaklaştı, o esnada konukları da ayağa kalkmıştı.
– Şeref verdiniz, dedi genç kız, konuğa çok da fazla yaklaşmadan.
– Şeref duydum, dedi karşısında yüzü kıpkırmızı kesilmiş olarak duran genç adam.
Kendi ülkelerinde pek yaygın olmadığı halde adamın saçları oldukça kısa kesilmişti. Aysana kadınların oturduğu masaya geçti ve arkası dönük olacak biçimde oturdu, birilerinin belki duygularını sezmesinden korkuyordu, kimse bilmesin anlamasın istiyordu, tehlikeli bir şey yapıyormuş da kendisine engel olacaklarmış gibi korkuyordu. Bütün yemek boyunca delikanlı da kafasını kaldırıp o tarafa bakmaya cesaret edemedi.
Yemekten sonra kendisinden yatuğan çalmasını rica eden bir bayan konuğu kırmayan genç kız iskemleye oturarak odasından getirilen yatuğanı kucağına aldı. Aslında bu istek o kadının değil babasınındı, bunu çok iyi biliyordu. Hep böyle emrivakilerle sıkılarak, istemeyerek çaldığı yatuğanı bu kez içi içine sığmayarak eline alıyordu ilk kez. Birkaç deneme yapıp düzen verdikten sonra çalmaya başladı. Ses büyüye dönüşüp genç adamın yüreğine dalga dalga aktı; çalgıdan yayılan nağmeler taş salonda dağılırken, delikanlının gönlü her bir nağmeyi, her bir sesi içine dolduruyor, bir daha çıkmamak üzere oraya hapsediyordu. Yatuğanın üzerindeki elleri çalgıya can verirken artık başka bir aleme geçmiş gibi görünen, hayranlıkla seyrettiği karşısındaki genç kızın gözlerine gözleri değdiği anda kendisi de o aleme geçti. Aysana ikinci besteyi çalmaya başladığında orada bulunan güzel sesli bir nedime vezirlerden birisinin işareti üzerine eşlik ederek söylemeye başladı;
Bahar gelmez derler buralara,
Gelmezse biz bahara gideriz;
Yaz nerededir ki bilmem sensiz.
Sen varsan eğer koşarız kışa,
Güz çöker yüreğime nedensiz,
Yoksan sığmam ben bu diyarlara.
Genç konuk, kızın saçlarındaki gülü kıskandıran o dudağın sıcaklığını aralarındaki mesafeye rağmen hissediyordu. O gece ikisi de sabaha kadar uyuyamayacaklardı. Ama Aysana da bu arada sağdan soldan gerekli malumatı ağız arama yöntemiyle çoktan edinmişti bile; konukları komşu ülkenin önde gelen hanlarından birisinin oğluydu, 27 yaşındaydı ve saraylarına dört adamıyla birlikte gelmiş; babasını yapılacak bir antlaşma için toplantıya çağırmak üzere gönderilmişti. Adı da Bulat’dı. Ancak öğrendiklerinin geri kalanı oldukça an sıkıcıydı. Delikanlı düşman bir ülkenin elçisi olarak gelmiş, üstelik bu da yetmezmiş gibi genç kızın babasının soyuyla aralarında geçmişte kalmış bir düşmanlık bulunan bir aileye mensuptu. Ataları soylu bir bey ailesiydi ve hakan soyuyla aralarında yaşanan anlaşmazlığın büyümesiyle ortaya çıkan sorunlar nedeniyle iki kuşak önce kendi yurtlarını terk ederek, sahip oldukları topraklarını geride bırakarak başka bir ülkeye göçmüşlerdi. Kendi hakanı genç bir elçi göndererek geleneklere aykırı davranıyor bu da yetmezmiş gibi geçmişteki husumetin olduğu bir aileden seçiyordu onu. Elbetteki kasıtlı olarak yapmıştı bunu. Anlaşma masasına oturacak diğer ülkeler karşısında sorun çıkaran kendisi olmasın ama düşmanı da kızgınlığa kapılarak o masaya gelmesin diye oynadığı bir oyundu. Hatta kim bilir, hasmının öfkesi daha ileri varırsa hırsını yenemeyip gönderdiği elçiyi öldürtür amacına daha en baştan ulaşabilirdi. Aslında bütün bunlara hiç gerek yoktu fakat diğer devletler bu hakanın da masada yer almasını istiyorlar ve bu yönde baskı yapıyorlardı. Bunun üzerine beklenmedik bir olgunluk gösteriyormuş gibi davranıp kendi oyununu oynamaya karar vererek elçiyi kendisinin göndermesini önermiş, gerekçe olarak da böylece diğer hakana dostluk gösterilerek daha olumlu bir hava eseceğini öne sürmüştü. Diğerleri tarafından şaşkınlıkla karşılanan bu öneriye olumlu bakılmıştı. O da bunun üzerine kendi tasarısını uygulamaya başlamıştı. Ancak diğer ülkenin hakanı beklenmedik bir tutum sergileyerek elçiye saygısını esirgemeyip gerekli tüm ilginin gösterilmesini sağlıyordu. Hatta akşam yemeğinde aynı sofraya oturuyor, bununla da yetinmeyip en önemli ve samimi konuklarına gösterdiği inceliği gösterip kızına yatuğan çaldırıyordu. Bu da hünerle uygulanan siyasi bir taktikti hiç kuşku yok ki. Ancak bu ilginin bir sınırının olacağı kesindi. Elbetteki kızıyla arasında başlayacak gönül ilişkisini ileride öğrenecek olursa bu duruma izin vermeyecek, şiddetle karşı çıkacak hatta öfkeye kapılacaktı belki de.
Ertesi gün Aysana yanında nedimelerle birlikte bahçeye gezintiye çıktı, kaderin akıl ermez oyunu ikisini yeniden karşılaştıracaktı. Üç gündür kendisiyle birlikte at sırtında aç ve uykusuz yol aldıkları için, vakit öğle olmasına karşın henüz adamları uyuyan Bulat Han, bahçede yanında kendisine sarayı gezdirmesi için verilen görevliyle birlikte dolaşıyordu. Onun yorgunluğu falan kalmamıştı; kafasında kırk çeşit düşünce dolanıyor, yerinde duramıyordu. Memleketine döner dönmez anasına, aradığı gelini bulduğunu söylemeyi tasarlıyordu; fakat alınyazıları işi o kadar uzatmayacaktı. Görevlinin kendisine anlattığı şeyleri duymuyor, ne söylediğini bile anlamadan kısa yanıtlarla dinliyormuş gibi görünüyordu. Kendisine, biraz gezdirmiş oldukları bu görkemli sarayın taş duvarları kafasının içinde yıkılmış, dünyanın tüm sarayları gözünde değerini kaybetmiş, tüm maddi varlık anlamını yitirmişti. Şu anda içinde gezdiği, görene küçük dilini yutturacak kadar hayran bırakan bu muhteşem güzellikteki bahçe ile kuş uçmaz kervan geçmez bir çöl arasında hiçbir fark yoktu artık kendisi için. Tüm dünya bir çöle dönüşmüştü, kendisi de oraya düşmüş divane bir aşıktı. Ayağını nereye bastığını bilmiyor, yüreğini görmediği bir el avuçları arasına almış sıktıkça sıkıyordu.
Bulat Han kafasını kaldırdığında karşısında endamının tüm büyüleyiciliğiyle onu gördü. Artık hayatın ondan ibaret olduğu onu… Yanında bir nedime ile geziniyordu, yaklaşıp selamlaştılar. Genç kızın yanakları pembeleşti ama yine de tüm cesaretini toplayıp;
– Birlikte yürüyebiliriz isterseniz, dedi.
Bunu nasıl yaptığına kendisi de şaşırmıştı ama olmuştu işte. Aslında çok zor bir şey değildi yaptığı, hatta çok basit bir cümleydi kurduğu ama bazen çok kolay şeyler öyle zor görünür ki insana; başarabilmek büyük bir cesaret gerektirir, öyle kolay şeyleri söylemek o kadar imkansız gelir ki gözünde büyür de büyür.
– Memnun olurum, dedi Bulat.
Arkada nedime ve görevli, önde de ikisi yürümeye başladılar yan yana; önemsiz şeylerden bahsettiler. Ruhları birbirine akıyordu, bedenleri birbirlerini çağırıyordu ama tutuyorlardı kendilerini. Aynı iksiri içen, aynı büyüye tutulan iki zavallıya dönüşmüşlerdi. Başları öne eğik, birbirlerinin yüzlerine bakmaya cesaret edemeden, nereye gittiklerini bilmeden yürüyorlardı; öylece dümdüz ilerliyorlardı; önlerine çıkan gül ağaçlarının, çalıların, çiçek tarhlarının kenarlarından dolanıp yollarına devam ediyorlardı. Neden sonra koşarak bir uşak yaklaştı yanlarına. Arkadaki görevlinin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. O da Bulat’a dönerek;
– Hakan sizinle anlaşma hakkında tekrar görüşecekmiş efendim, dedi.
Ertesi gün ve ondan sonraki gün bahçede denk getirip buluştular, kız bütün ömrü boyunca biriktirdiği yalnızlığını bir yumak gibi iplik iplik çözüyor, ucunu da aşığının ellerine veriyordu; buldukları her fırsatta birbirlerine sokuluyorlardı. Kimselere görünmeden, yakalanmadan buluşmanın bir yolunu buluyor, tutkuyla kavuşuyorlardı. Az konuşuyorlar ama birbirlerinin ne demek istediğini konuşmadan da anlıyorlardı. İkisi de farkındaydılar herşeyin. Bir keresinde delikanlı ilerideki kutlu ağaçların ve taş yığının olduğu tepeyi göstererek, “Dün birisi söyledi burayı” dedi ve sustu. Sonra devam etti; “Andolsun, oradaki erenin kılıcına geleyim ki eğer sana bir daha kavuşamayacaksam taş kessin Gök Tengri bizi.” dedi. Bir soluk alıp sordu “Razı mısın?” Kız evet der gibi başını salladı sonra da yanıtını verdi; “Başkasının olacağıma taş kesileyim. Yalanım varsa o tepedeki kutlu erenin kılıcı boynumdan geçsin.” Delikanlı “Hiç olmazsa bir kere kavuşmamıza izin verir umarım” diye geçirdi içinden. Genç kız da o anda aynı şeyi düşünüyordu.
Aysana o gece uyuyamıyordu bir türlü, gözünü uyku tutmuyordu. Elbiselerini giyinip dışarıya çıktı; vakit gece yarısına yaklaşıyordu. Sarayın arkasına dolandı, kutlu tepenin karşısına denk düşen bir tepe yükseliyordu biraz ötede. Sarayın arazisi içerisinde kalıyordu, daha doğrusu sarayın yerleştiği alan bu tepeyle birlikte sona eriyordu. Yukarıya doğru tırmanan düzgün bir yolu vardı, at sırtında bile çıkmak mümkündü. Gündüzleri çalışanlar, uşaklar, hizmetçiler kimi zaman dinlenmek için ağaçların altına giderlerdi tepeye. Tepeye çıktıktan sonra ileride ağaçlık bir alanın altından diğer tarafa aşağıya doğru inen bir yamaç vardı; bazı geceler yanına birilerini alır oraya gider, gökyüzünü seyrederdi. Bu kez tek başına çıkmaya başladı tepeye. Gecenin bu vaktinde buraya hiç kimsecikler uğramazdı. Bir ağaca sırtını yaslayıp kendine doğru çektiği bacaklarına kollarıyla sarıldı; ağlamaya başladı, hayatında ilk defa bir erkeğe böylesine ilgi duyuyordu ama içindeki tüm olumlu hislere rağmen; mantığı ve aklı hiçbir şey olamayacağını, o gencin belki de bir iki gün içinde çekip gideceğini, kendisinin farkında bile olmayacağını iddia ediyordu. Aksi olması durumunda ise daha kötüye gidecekti herşey. Babası mutlaka karşı çıkacaktı. “Hayallere kapılıp, kendini kandırma,” diyordu aklı. Ama aşkı, ama içindeki o ses başka türlü konuşuyordu ve bir ağırlığı vardı bu sesin. “Bekle göreceksin,” diyordu. Kalbiyle beyni arasında bir yerlerden geliyordu; “Bekle göreceksin…” Karşıdan kutlu tepe görünüyordu.
Bulat kendisine verilen odanın balkonundan dışarıya yerinde duramaz bir halde bakarken, dün akşam yemekte gördüğü, bugün sabah birlikte yürüdüğü peri kızının gecenin karanlığında yapayalnız süzülürcesine sarayın arkasına dolandığını sonra da tepeye tırmandığını gördü. Biraz duraksadıktan sonra kararını verdi, olacaktan kaçılmazdı; koşarcasına sarayın merdivenlerini indi, ikinci kattaydı odası, inmekle bitmiyormuş gibi geldi basamaklar. Binanın kapısına vardığında nöbetçi askerler acelesinin nedenini, yardıma ihtiyaç duyulacak bir durum olup olmadığını sordular. Teşekkür ederek, yalnızca biraz temiz hava almak istediğini söyleyip dışarıya çıktı. Hızlı adımlarla sarayın arkasına dolanıp, sağa sola bakındı. İlerideki ağaçlığı gördü, doğru yön galiba o taraftı, oraya doğru yürüdü; sonra tepeye çıkan yol belirdi karşısında. Giderken sağına soluna bakınıp etrafı kontrol etti; kimse yoktu çevrede. Ağaçların altına vardığında oturmakta olan Aysana’yı gördü; kız da onu fark eder etmez ayağa kalktı.
Artık kızın önünde iki seçenek vardı; ya kaçıp sarayda kaybolacaktı, ya da…
Genç kız kaçmakla kalmak arasında bocalıyor, dürtülerinin ve korkularının arasında gidip geliyordu. Bulat Han ise kendisini çoktan bırakmıştı; adım adım kıza yaklaştı, gözlerini birbirlerinden ayıramadılar, bakışlarından oluşan gizli bir bağla birbirlerine bağlandılar. O esnada Aysana’nın gözlerinden yaşlar süzülmeye devam etmekteydi. Delikanlı kıza yaklaşıp başını ellerinin arasına alıp gözlerini öptüğünde dudaklarında ince bir tuz tadı duyumsadı. Önce elleri kavuştu, sonra dudakları kenetlendi; ardından boylu boyunca yere uzandılar, bu sıradan bir bedensel arzu değildi; iki gün içinde doruk noktasına çıkan sevgiyi artık dışa vurmanın başka bir yolunun kalmamasıydı.
İçlerinden gelen doğal bir dürtünün etkisiyle birbirlerine sarılırlarken, birden bire dönmeye başladılar; bunu bilinçli yapmamış, nasıl olduğunu anlayamadan birdenbire yerçekiminin etkisine kapılmışlardı. Sanki aşağıya doğru yuvarlanıyorlardı ve bir toprağı, bir tepedeki ağaçları, bir gökyüzünü görüyor; sımsıkı sarılmış olarak, başları dönerek aşağıya iniyorlardı. Tepenin üst kısımlarına yakın bir yerde yarılan toprağın içinde oluşan bir anda içinde kendilerini buldukları derin bir kuyuya benzer doğal çukurun sert zeminin üzerinde durduklarında gülüşmeye başladılar. Onlar birbirlerine sarılırken güçlü bir yağmur başladı o esnada; bardaktan boşanırcasına; altlarındaki yumuşak toprak çamur oldu. Bedenlerinden sular akıyor; su toprağa, vücutları birbirine, yağmur bütünleşen bu yeni vücuda, vücutları çamurlaşan toprağa karışıyordu. Yerden yükselen toprak kokusu içlerine işliyor, çamurun içine gömülen aşıkların aklını başından alıyordu. Tüm evren susmuştu; yalnız ikisinin ruhları konuşuyordu artık. Toprak üzerlerine kapanıyordu.
Sabaha doğru kutlu tepenin alt yanından geçmekte olan bir köylü tam olarak bulunduğu yerden kafasını yukarıya doğru kaldırınca orada daha önce hiç görmediği bir kaya olduğunu farketti. Üzerinden ve çevresinden çıkan buğular havaya yükseliyordu. Aceba geçtiğim yeri mi karıştırdım diye etrafına bakındı. Şaşkınlık içinde yoluna devam ederken birkaç kez arkasına dönüp bakındı. Bir keresinde tam olarak bir noktadan ve tam o açıyla bakınca birbirine sarılmış bir erkekle bir kadının kayaya kazınmış görüntüsünü gördü. Ama biraz ilerleyip tekrar dönüp bakınca görüntü yitti. Birkaç adım geri geldi. Aynı yerden aynı açıyla yine gördü birbirine sarılan iki sevgiliyi.
Artık yalnızca hatırlayanların anılarında yatuğanla birlikte şarkı söyleyen bir nedimenin sesi yankılanıyor sonra da sönerek yitip gidiyordu.
Adın dilime mühür,
Yüreğime kilit,
Kimselere söylenmeyecek.
Gönlümde gizli bir sır,
Issız bir gül bahçesi.
© Deniz Karakurt
Kaynak belirtmeden paylaşılamaz, alıntı yapılamaz.