Baştan belirtmek isterim ki, yazının başlığındaki "İlkel" sözcüğünü istisnai durumlar hariç olumsuz anlamda kullanmıyorum. En eski olan, ilk durumda (ilksel) olan, ilk dönemlerdeki en yalın biçiminde olan anlamları bu bağlamda dikkate alınarak okunmalıdır. Ancak elbetteki en eski dönemlere ait olması bir olguyu doğru ve hatasız kılmaz, dolayısıyla kimi zaman yanlışları da içerisinde barındırdığı gözden kaçırılmamalıdır.

 

İlkel sözcüğüne ve dolaylı olarak ilkelliğe yapılan göndermeler bazen tamamen çok geçmiş çağları, insanlığın ilk dönemlerini ifade etmek için kullanılmıştır ve tamamen tarafsız, nesnel bir yaklaşımla herhangi bir olumu ya da olumsuz değer yargısı içermez, ancak bazen de olumsuz anlamda kullanılmış olup ortak düşünsel gelişim sürecinin çok gerisinde kalmış olma kastedilirken, kimi zaman da tamamen olumlu bir bakış açısıyla basit, karmaşık olmayan, kolay anlaşılır, hatta samimi ve içten pazarlıksız düşünmeyi, düşüncenin doğadan ve doğallıktan kopmamış olduğunu içerecek biçimde kullanılmıştır. Bu bakış açılarının hangisinin kastedildiği yazının bağlamından anlaşılmalıdır. 

 

İnsanoğlu yeryüzünde var olduğundan bu yana zihinsel bir evrim (dönüşüm) geçirmektedir. Algılama ve anlama yeteneği güçlenmekte, çözümleme, hesaplama becerileri artmaktadır. Ama acaba gerçekten her zaman bu doğru mudur? Her koşulda geçerli bir iddia mıdır? Daha mı doğru düşünüyoruz geçmişe kıyasla? Yoksa geçmişteki yanlışları terketmediğimiz gibi üzerlerine yeni hatalar mı ekliyoruz?

 

İnsanlık 30bin yıl önce de dünyayı ve evreni zıtlıklar üzerinden algılıyordu; gece-gündüz, aydınlık-karanlık, ateş-su, dişi-erkek, iyilik-kötülük gibi... Maddi alem içerisinde kavramların anlamlı hale gelebilmesi için karşıtlarına ihtiyaç vardır. Geçen zaman içerisinde değişen bir şey yoktur. İnsan bugün de aynı şekilde anlamaktadır kainatı. Kaşığın şekli estetik düzenlemeler dışında binlerce yıldır olduğu gibi aynıdır. 10bin yıl önce de ölenin ardında bıraktığı miras paylaşılamıyor ve insanlar kavga ediyordu, bugün de... 2bin yıl önce de borcunu alan insanların geri ödememe olasılığı vardı, günümüzde de değişen bir şey yok. Kapı kulpu ilk ne zaman icat edildiyse o zamandan beri aynı işe yarıyor; kapıyı açıyor... Altından yapsanız da kapı kulpu kapıyı açar; hepsi budur. Bunların bir kısmında olumsuz bir taraf bulunmuyor elbette ki… Ama iddia edilenin aksine düşünme yöntemimizde öyle köklü değişiklikler falan olmamış.

 

Kişisel görüşüm odur ki insanlık yeryüzünde konuşarak iletişim kurduğu ilk çağlardan beri dedikodu yapmaktadır. Söz bir tür saldırı aracı olarak algılanmaktadır. Günümüzde de insanlar "dedi" diye başlayan veya biten cümleler yüzünden küsmekte, kavgalar etmekte, hatta mahkemelik olmaktadırlar. Sözler kimi zaman atılmış bir el bombası etkisi yapmaktadır. Dedikodu; çoğu zaman "asimetrik", sosyo-psikolojik bir saldırı veya sistematik olarak gerçekleştirilen bir algı savaşıdır. Asimetriktir, çünkü dedikodunun öznesi olan kişinin aynı şekilde dedikodu yapmaya zamanı, imkanı, buna uygun çevresi ve isteği olmayışından yararlanılır, hatta kimi zaman hakkında söylenenlerden hiç haberdar bile olmayışından faydalanılır. Ayrıca izah etme hakkından uzak tutulması amaçlanır. Zaten ya hiç duymayacağı beklentisi ile gerçekleştirilir ya da bazen de duyması hedeflenir ama aynı yöntemle karşılık ver(e)meyeceği yönünde farkında olunan büyük bir olasılık vardır. Bu yüzden de değişik oranlarda, kimi zaman artan düzeylerde ekleme ve çıkarmalar yapılır, hatta bütünüyle gerçeği çarpıtan ya da gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan fantastik öyküler bile ortaya çıkabilir. Kimi zaman da duysun, gelsin, kavga çıkarsın diye bir beklenti vardır. Ancak sonuçları ve etkileri açısından bakıldığında hiç de masum olmayabilen bu olgu memleketimizin (kimbilir belki de insanlığın) kronik bir kötü alışkanlığıdır. Şahsi fikrim psikoloji ve sosyoloji dallarında bir doktora tezi konusudur dedikodu. Yaftalama da dedikodunun ilgi alanına girer, hızla kendinizi şaşırarak önünüze koyulanı alır ya da uzaklaşırsınız. Günümüzde sosyal medyanın büyük kısmında elinizi sallarsanız bunlardan bin tanesine uzanırsınız. Bilimsel düşüncede ise kestirme çözümler yoktur, uzun ve zahmetli süreçler, yorucu çabalar vardır. Amaç doğruyu aramak, gerçeğe ulaşmaya çalışmak ve sorgulamaktır. Beynini yormaktan korkanların orada işi olmaz. 

 

Zihninin içinde dünya ile savaş halinde olan insanların çok önemli bir kısmı bunun öfkesini maalesef en yakınlarındaki insanlardan çıkarırlar. Çünkü daha ötesine gücü yetmez, öfkeyi yöneltecek muhatap bulamaz. Zaten dünya da kendisini umursamaz. Bu düşünce yapısının en önemli belirtilerinden biri de şükürsüzlüktür (memnuniyetsizlik, kanaatsizlik). Sürekli yakınma, kaderinden şikayetlenme, başkalarıyla kıyaslama gibi kronikleşen ruhsal sorunlar bazen de sürekli olarak kendisine yöneltildiği iddia edilen nazar (kem göz), okutma, büyü, negatif enerji gibi mantığa aykırı ve ispatlanamaz takıntılara dönüşür. Ama ilginçtir bunun öfkesi de bunlara sebebiyet verdiği öne sürülen kişilere değil en yakınında sürekli olarak kendisine katlanan insanlara yöneltilir. Kıskançlıklar hep yakınlarda olan gözün gördüğü insanlara yöneliktir. Aynı işyerinde kendisinden daha başarılı olan ve yükselen bir arkadaşını çekemeyen kişi aslında ülkesindeki aynı hatta daha iyi durumda olan onbinlerce, yeryüzündeki yüzbinlerce insanı da kıskanması gerektiğinin farkında değildir. Eziyeti daima yakınlardakiler çeker. Bu tutum ve davranışlara ilkel düşünce biçimi demek bile doğru mudur bazen bilemiyorum. Taş devrindeki insanlarda var mıydı bu tür problemler? İçinde bulunduğumuz zaman diliminden geriye, hem de çok geriye doğru bakmaya çalışarak bir şey söyleyebilmek çok zor.

 

Bazen de suçları bulunmadığı, kendi hatalarından bile kaynaklanmayan, o kadar ki kendileriyle hiç ilgisi olmayan konularda vicdan azabı çekmesi istenir insanlardan. Bazıları bu tuzağa düşer... Ama duygusallık yerine nesnel davranarak kendisinin sorumluluğu olmadığını anlayan olursa inatla giderek artan dozda çaba gösterilir. (Vicdan azabı çekmen gerek! İyi ama neden?) Üstelik gösterilen direnç kırılamıyorsa ilişkiler bile kopar. Ve maalesef bunu yapanlar en yakınından başlayarak çevresindeki kişilerdir.

 

Neden buradayım? diye sormak yerine, neden başka yerlerde olmadığını sorgulamak otobanda ters yönde gitmekten farksızdır. (Sadece "fiziksel mekan" değil kastedilen.) İçinde bulunduğu koşulları en doğru biçimde değerlendirmeyi bir yana bırakıp yaşayamadığı olası hayatların eziyetini çeken hatta alınyazısından bunun hesabını sormaya kalkan insanlar ne huzur bulurlar ne de huzur verirler.

 

Hepimizin çok iyi bildiği bir toplumsal iddiadır (halk tezi denecek düzeyde): "Derin düşündü kafayı bozdu... Çok okudu, herşeyi araştırdı aklını yitirdi..." Çok okuyan, sürekli sorgulayan insanlar için eskiler hep buna benzer laflar ederlerdi, günümüzde bile bu cümlelerin öne sürüldüğü görülmekte. Bu anlayış kimi zaman doğru gibi görünse de aslında katiyetle yanlıştır. Bu tür felsefi ve bilimsel düşüncelerden insana psikolojik hiç bir zarar gelmez, kimseyi hasta etmez. Tam aksine okumak yerine başka insanlara kafayı takmak akıl sağlığında sorunlara yol açar, kainattaki var oluşu düşünmek yerine sürekli kendi geçmişini düşünmek bozdurur kafayı. Nerede insani bir güdü aşırı bir biçimde öne çıkıyorsa; örneğin kıskançlık varsa, hasetlik varsa (Anadolu'da "günücülük" denir), başkalarıyla karşılaştırma varsa, kendini kıyaslama varsa, hırs varsa, bencillik varsa, ezilmişlik hissi varsa, pişmanlık varsa insanı derin düşünce noktasında hasta eden şeyler sadece bunlardır.  Kainat, kozmogenesis (evrenin yaratılışı), uzay, ışık hızı, toplumsal felsefe, din felsefesi, ekonomi-politik, sosyo-kültürel teoriler, siyasal sistemler... dibine kadar düşünün. Hiçbir şey olmaz. Korkacak birşey yoktur bunlarda. Hatta dışavurumsal etkiyle insanı rahatlattığı bile öne sürülebilir. Kıskançlık da en eski güdülerden birisidir, merak da... Kıskançlığın panzehiri meraktır, araştırıp öğrenmek ve kendi dışında başka bir alemin varlığını algılamaktır.

 

Kişisel ilişkilerde ve iletişimde araya mesafe koyma sanıldığının aksine hemen her şeyin konuşulabilmesine olanak tanır. Çünkü konuşulacak olan kişiye karşı nasıl davranacağınızı ve neler söyleyeceğinizi önceden düşünüp tartarsınız böylece de sorunsuz bir biçimde her istediğinizi anlatır ve konuşmayı gerçekleştirerek sonuca ulaşırsınız. Mesafesiz samimiyet ise yine sanıldığının aksine çoğu zaman yanlış sonuçlara yol açabilme potansiyelini içinde barındırır. Dolayısıyla amaca hatta sonuca ulaşmayan yarım kalmış konuşmalar ortaya çıkar. Şaka yapmak adına gönüller kırılır, üzerine vazife olan olmayan her şeye karışılır. Beklenti düzeyine göre o beklentiler yerine gelmediğinde ilişkiler kopar, dostluklar biter. Mesafeli ve politik davrandığınız insanlar size her şeyi söyleyemez zannedersiniz. Ama kesinlikle tam tersine daha samimi olduğunuz insanların söyleyemediği şeyleri bile dile getirebilirler. Çünkü aranızda mesafe olduğu için düşünür taşınırlar bunu kırmadan nasıl söyleyebilirim diye. Dolayısıyla söylemenin ve sormanın en doğru yollarından birini bulurlar. 

 

"Deneme yanılma" ile öğrenme yönteminin farklı düzeyleri vardır, "kafayı toslayarak öğrenme" de bunlardan biridir.

 

Yeryüzünde nerede olursanız olsun (doğu toplumlarında günümüzde daha fazla olmak üzere), insanlara herhangi bir konuda önceden uyarıda bulunanlar ciddiye alınmaz. Hayatımızın içinde bile her an rastlayabileceğimiz bir durumdur. Keşke bununla kalsa iyidir. Uyardığı şey gerçekleştiğinde normalde beklenen nedir? Teşekkür. Sen uyardın ama biz anlamadık, dinlemedik. Önceden görebilen zeka ve deneyime karşı üst düzey saygı... Hayır. Öyle olmaz. Uyarıcıya kin duyulur ve öfke yöneltilir. Gözün değdi, nazar ettin senin yüzünden oldu gibi metafizik bile denemeyecek zırvalıklardan başlayarak, ardından daha da ileri götürerek önceden haberi olmakla, işin içinde bulunmakla itham edilmeye kadar varabilen bir dizi suçlamayla karşılaşır. Daha da kötü şeyler gelebilir başına. Siz siz olun, hiçbir yerde hiç kimseyi hiçbir konuda uyarmayın. Bırakın herkes kafayı duvara vurarak öğrensin. Bir insana hatalı olduğunu söylemek, yapılmış daha büyük bir hatadır. Genellikle teşekkür bekleyen kişi karşısındakinin bu uyarıyı çoğunlukla düşmanlık belirtisi olarak algılamasıyla karşı karşıya kalır. Kutsal kitaplarda vurgulanan konulardan birisi de uyarıcıların maruz kaldıkları olumsuzluklardır. Bunlar genellikle sadece dinle ilgili hususlar sanılır ama aslında kapsamı daraltmak yanlış olur. Kur'an-ı Kerim'de Yunus kıssasında anlatılan konunun özü Yunus peygamberin balığın karnındaki mitolojik yolculuğu değildir, oraya neden düştüğüdür. Anlatılan şey şudur; Yunus Peygamber o kadar uğraşmasına rağmen sadece bir kişiyi bile kendisine inandıramamıştır. Topluma doğru yola girmelerini söyler, yaptıkları yanlışlarını anlatır. Yine anlatılanlardan anladığımıza göre bu uyarıların özünde toplumun kendisindeki bozuklukları düzeltilmesi bulunmaktadır. Ancak oldukça uzun bir süre geçtiği halde hiç kimse kendisini dinlemediğinden dolayı içinde bulunduğu topluluğu terk etmek ister, buna karşın Allah orada kalmasını emreder. Nihayetinde artık o kadar bunalır ki Allah'ın bile sözünü dinlemeyip bir gece yarısı terk eder yaşadığı yeri. Yaptığı yolculuğun sonunda bir gemiye biner, gemi batınca da balığın karnına düşer.

 

İnsanların binlerce yıldır yaptıkları ve yapmaya devam edecekleri düşünsel hatalardan birisini Müslümanların kutsal kitabı Kuranı Kerim çok net olarak tespit etmiştir. Neredeyse matematiksel bir formül gibi bir kesinliğe sahiptir bu tespit. Alıntılayarak açıklayalım. Kuran-ı Kerim'deki en sevdiğim ayetlerden birisidir. "Onların (insanların) çoğu zanna uyarlar. Zannın ise gerçekle bir ilgisi yoktur." (Yunus Suresi - 36. Ayet)

 

Zann; en basit biçimiyle insanın zihninde bir konuya dair sahip olunan veya oluşan bir yargıdır, yöneldiği olguya dair neden-sonuç ilişkisi (illiyet bağı) kurulmadan beliren kanaattir. Kanıtsız bir düşüncedir. Ayet dinsel bağlamından başka ayrıca tüm insanlığa dair psikolojik hatta sosyolojik bir sorunu formülize etmektedir. Özetle kafamızda öyle olduğundan kesin olarak emin olduğumuz konuların aslında hiç de öyle olmama ihtimali çok yüksektir. Galiba insanın en eski çağlardan beri yaptığı ve gelecekte de yapmaya devam edeceği hatalardan birisidir. 

 

Rutin, herşeyin sorunsuz olarak yolunda gittiği ve sonsuza dek bu şekilde süreceği yönünde bir algı oluşturur. Kaos korkusuna engel olur, hatta dolayısıyla ölüm korkusuna ket vurur. O yüzden de rutin sanılandan daha çok sayıda insan tarafından can sıkıcı bulunmak yerine tercih edilir. Rutin bozulunca bir süre sonra yeni bir rutin oluşturulur. Aynı saatte çay içmek, aynı kahvehanede okey oynamak, aynı koltuğa oturup gazete okumak, aynı kanepeye uzanıp televizyon izlemek, aynı saatte bir fincan kahve hazırlamak, aynı kafede oturmak, aynı lokantada yemek, tatilde aynı oteli tercih etmek... Ancak buna karşın hayat formülize edilemez. Yeryüzündeki yaşam kaotik bir düzene sahiptir. Her şey bozulup dağılarak ve yeniden oluşarak, beklenmedik sonuçlar ortaya çıkarak ve yeniden düzene girerek devam eder.

 

İnsanoğlunun zihinsel açıdan kendisini gerçekleştirebilmesi, düşünsel süreçlerin doğru işleyebilmesi ve akıl yürütmenin en yalın ve saf biçimine ulaşabilmesi için karmaşıklaştırıcı unsurlar ortadan kalkmalıdır. Radyo dalgalarına benzetecek olursak frekansı yakalayabilmek için parazitlerin engellenmesi şarttır. Doğu uygarlıklarında basit ama etkili çözümlerde üretilmiştir aslında. Ahmet Yesevi insanın var olabilmesi için bağımsız olarak geliştirilmesi gereken üç temel esastan bahsetmektedir: İlim, akıl, inanç... Bu anlayış Mustafa Kemal Atatürk’ün bir sözünde daha özet bir bağıntıya dönüşmüştür: "Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür"... Dolayısıyla doğru kişilik gelişimi için; düşüncesi özgür, anlayışı özgür, ve kararları özgür olmalıdır... Bunlar, başkasının veya başkalarının insiyatifine verildiği ölçüde bağımsız birey olma özelliği yitirilir. Buradan hareketle şu soruyu sormamız gerekir: Birey olmak ne demektir? İnsanın fikri hür olmalıdır, yani özgürce düşünebilmelidir, her şeyi sorgulayabilmelidir, başkalarının dayattığı şekilde değil kendi bilinciyle düşünebilmelidir. İrfan'ı hür olmalıdır, özgürce anlayabilmelidir, farklı görüşlere ve düşüncelere açık olmalıdır, bunlar arasında kıyaslama yapabilmelidir, araştırmalıdır, başkalarının anla dediği şekilde değil kendi idrak yeteneği ile anlamalıdır. Vicdanı hür olmalıdır yani ulaştığı sonuçları ve aldığı kararları önce kendisi doğru bulmalıdır, başkalarının istediği şekilde değil kendi iradesiyle ile hareket etmelidir, bağımsız karar verebilmelidir. Bunlar doğru geliştiği sürece insan hakikate ulaşabilir. Günümüzdeki tabirlerle ifade edecek olursak; düşüncede, anlayışta ve vicdanda kopyala-yapıştır olmaz, olmamalıdır. Ezberletilenler sorgulanmalıdır. Bir ezberden kurtulurken başka bir ezber tuzağına düşmemek de önemlidir. Aslında burada yeryüzündeki hatta evrendeki bir süreç formülize edilmektedir. İnsan dışardan bilgileri anlayış yoluyla alır kendi düşüncelerine dönüştürür ve nihayetinde iradesini de işin içine katarak karar verir. Doğru anlaşıldığı takdirde bu yaklaşımın girdi-işlem-çıktı sürecinin zihinsel boyutunu ifade etmekte olduğu görülecektir. Ve bu sürecin de bozucu etkilerden uzak işletilmesi gereklidir.

 

İnsanın düşünce yöntemleri gelişip değiştikçe yeryüzündeki yönetim sistemleri de dönüşüme uğrar. İnsan zihni evrimleşirken, dönüşüm geçirirken kurduğu toplumsal tabanlı yapılar da bu dönüşüme bağlı olarak değişirler. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Mesela Saltanat Sistemi yönetimler dünyada büyük oranda neden terkedildi? Neden fayton kullanmıyoruz da otomobile biniyoruz? Fayton çok kötü bir araç olduğu için mi? Kesinlikle hayır. Kıyaslamalı olarak eksiklikleri vardır elbette. Ama asıl mevzu birinin diğerine göre daha iyi veya daha kötü olması değildir. Fayton tarihsel işlevini yitirmiştir. Hepsi budur. Saltanat sistemleri için de aynı durum söz konusudur. Monarşiler tarihsel işlevlerini yitirmişlerdir. (Avrupa'da varlığını sürdüren birkaç simgesel monarşi de yine bu benzetme üzerinden izah edilebilir; tıpkı fayton gibi nostaljik bir anı olarak kraliyeti koruyanlar var ama seçim yapıp meclis oluşturuyorlar ve başbakan seçiyorlar, asıl işi yine otomobil yapıyor yani.) Daktilo kötü bir araç mıydı? Yada telgraf? Özetle Devlet Yönetimi kutsallık içermez, bilimsel esaslara göre gerçekleştirilir şeklinde özetlenebilecek bir anlayışa ulaşmış bulunuyoruz. Buna karşın galiba insanoğlu aklından çok duygularına hitap eden mevzulara daha çabuk yöneliyor. İngiliz Kraliyet Ailesinin yakın dönem tarihçilerinden birisi bir belgeselde şöyle diyordu: Cumhuriyetler akla, monarşiler duygulara hitap eder. Duygusal olan ise her zaman daha fazla ilgi çeker. Monarşilerin masalsı bir yönü vardır.

 

Fransızlar cumhuriyet rejimine geçtikten sonra, bir ara beğenmemişler, yine krallığa dönelim demişler. Ama bundan sonra bakmışlar ki olmuyor, bu kez tekrar cumhuriyete geçmişler. Fransızlarda o günden kalma bir alışkanlık vardır, anayasalarını tümden değiştirdiklerinde, cumhuriyetlere numara verirler: 1.Cumhuriyet, 2.Cumhuriyet... Halkın işin içine girmesiyle cumhuriyet rejimine -tabir caizse- tırmalayarak, kafayı vurarak eriştikleri için, o süreçte binbir badire atlattıklarından dolayı, "Cumhuriyet" onlar için çok kıymetlidir. Aynı şey kadınların seçme ve seçilme hakkı için de geçerlidir. İngiltere'de, Fransa'da, İsveç'te, hatta İsviçre'de kadınlar bu hakları binbir çeşit mücadele ile elde etmişlerdir. Protesto gösterileriyle, mitinglerle uzun yıllar süren uğraşlarla varmışlardır sonuca. Hatta o yıllarda Türkiye'de bu hak çoktan verildiği için "Türk kadını kadar değerimiz yok mu?" diye mitinglerde açılan pankartlar vardır bu ülkelerde. O yüzden de onlar için kıymetlidir bu haklar. Değerini bilirler. Bizde ise bir kişi her şeyi tek tek düşünüp altın tepsi içinde sunmuştur. Tırmalaya cırmalaya, kafayı vura vura elde edilmediği için kıymeti çok fazla bilinmez hatta yeri geldi miydi nankörlük yapılır. Güçlükle elde edilen her zaman daha değerlidir.

 

Oluşturulan teori, gerçek dünyanın içindeki pratikte aynı sonucu vermeyebilir. Örneğin Sovyetler Birliği içerisinde, Sosyalist felsefenin öngörülerine dayalı olarak aile kurumu gereksiz görülmüş ve teorik düzlemde şiddetle karşı çıkılmış evliliğe ve aileye. Ama pratikte boşanma oranları neredeyse sıfıra inmiş. Çünkü boşanan eşin (siyasi içeriğe doğru kayan bir anlayışla) "yoldaşına" ihanet ettiği kanaati toplumda yaygınlaşmış ve boşanmak isteyen kişiye bu gözle bakılmış. 

 

Algılar her zaman insanı yanıltabilir. Yeryüzünde dümdüz ilerleyerek hareket eden bir kişi doğrusal bir yol izlediğini zanneder oysa ki Dünya'nın şekli gereği bir çemberin parçası olan bir eğri üzerinde ilerleyecektir. Peki neden doğrusal olarak algılıyor? Mesafe, kişinin kendisine oranla bu durumu algılayamayacak kadar çok büyük olduğu için. Örneğin bir kişinin ekvator çizgisi üzerindeki bir otoyolda hareket ettiği düşünülürse, dümdüz bir yolda gittiğini sanacaktır. Aslında farketmeden çember çizmektedir. Güneş Sistemi de, diğer tüm galaksiler de, yörüngeler de, hatta Uzay'ın kendisi de eğrisel bir yapıya sahiptir. Zamanda ileriye doğru giderken de doğrusal olduğunu sanıyoruz. Ya aynı durum zaman için de geçerliyse?... (Bu soruyu bir kenara bırakıyorum, konu başka yerlere dağılır aksi takdirde.) Düz bir çizgi üzerinde geleceğe, daha güzel bir noktaya doğru ilerlediğimizi sanırken dönüp dolaşıp hep aynı yere varıyoruz ve aynı basit hataları yapmaya devam ediyoruz. Bireylerin yaptığı bu küçük basit hatalar toplumsal hatta küresel düzeyde birleşince altından kalkılmaz atık yığını haline dönüşüyor. Bu nedenle yeryüzündeki insana dair süreçlerin mükemmel bir biçimde ilerlediğini düşünmek hatadır. Herşeyin tersyüz olabilme olasılığını hiçbir zaman unutmamak gerekir. 

 

Modern teknoloji ikiye ayrılmaktadır: 1. Analog ve 2. Dijital. Bu iki teknoloji biçiminin kıyaslanması üzerine yapılan çalışmalar vardır. Dijital teknoloji kesin bir üstünlük kazanmış olsa da, analog çalışan aletlerin etkileyicilik yönünün daha fazla olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin pikap, teyp ve yakın dönemlere ait DVD-Çalar, MP3-Çalar gibi araçlar ses kalitesi yönünden kıyaslandığında modern olanların çok daha net ve gerçeğe yakın sesler içerdiği tartışılmaz biçimde tespit edilmekte, ancak eski teknoloji aletlerin duygulara daha fazla hitap ettiği, tabiri caizse büyüleyici bir yönünün olduğu görülmekte. Aynı husus eskiden makaralarla çekilen filmlerin ve günümüzdeki dijital kameralarla çekilen filmlerin kıyaslanması için de geçerlidir... Benzer örnekler farklı aletler karşılaştırılarak çoğaltılabilir: ev telefonları, televizyonlar... Üstelik bu durumun insanların nostalji algısıyla ilgisi olmadığı ve neredeyse herkes üzerinde aynı etkiyi oluşturan olgulara dayalı olduğuna dair bilimsel bir izahatının bulunduğu da ortaya çıkarılmış durumda. Özetle tek başına teknolojik ilerleme her sorunun üstesinden gelmeye yeterli değildir. Bu basit ama önemli bir örnektir. İnsanın duygu dünyasından kaynaklanan ihtiyaçları, beklentileri ve estetiğe dair anlayışları vardır. 

 

Düşünce gücümüz gelişip, düşünme yeteneklerimiz dönüşürken daha doğru sonuçlar elde etmeyi beklerken bazen de yeni sorunlar türetiyoruz. Anlayamadığımız her davranışa psikolojik bozukluk etiketi yapıştırma, hayatın içindeki her tür ruhsal dalgalanmaya psikolojik hastalık teşhisi koyma alışkanlığı çıktı. İlginç bir örneğine rastladım. Leyla'nın sokağındaki köpeğin gözlerinden öpen Mecnun'un bu davranışının psikologlara göre bir davranış bozukluğu olduğu iddia edilmiş. Bu kadar kolay mı? Niye psikolojik bozukluk olsun. İçindeki coşkuyu bazen dizginleyemez insan. Eğer her önüne gelen köpeği gözünden öperse, ya da bunu her gün sürekli olarak tekrarlamaya devam ederse o zaman var mı bir bozukluk diye tartışılmaya başlanabilir (öyle bir durumda bile yine de vardır denilemez, başka bir sebebi olabilir, bir şeylere dikkat çekmeye çalışıyor olabilir insan ne bileyim. Ama psikoloji bilimi açısından incelenmeye değer hale gelmiştir, kabul). Uçaktan inen adam vatan toprağını öptü. Psikolojik bozukluk mu diyeceğiz buna?

 

"Ama ben duymadım" cümlesini en önemli bilimsel kanıt zanneden ve bunu da karşı tarafın hatalı olduğunu ispat için hiç düşünmeden öne süren bir zihniyet yaygınlaştı. Benim de duymadığım çok şey var ama öğrenmeye devam ediyorum.

 

Koronavirüs salgını esnasında dinlediğim bir haber şöyle diyordu: Hindistan Yüksek Mahkemesi sanayide kullanılan tüm oksijen tüplerinin hastanelere devrine hükmetmiş. Bu karara karşı gelindiği yönündeki şikayet üzerine, tüplerin devlet zoruyla alınacağı bildirilmiş. Devletin gücü yetmediği takdirde ise ödünç alın, dilenin ya da gerekiyorsa çalın denilmiş. (Kaynak: TRT haberleri, radyo yayını) Dikkat edilirse yukarıda anlatılanlara benzer bir yaklaşımla ilkel güdülere dönüş çok farklı bir biçimde bu kez devletin verdiği izinle ortaya çıkıyor.

 

Büyük salgın başlayıp, insanlık evlere kapandığında tüm dünya televizyonlarında aynı sloganlar atıldı: "artık hiçbirşey eskisi gibi olmayacak" (büyük dersler alınacakmış yani). Salgından yalan yanlış çıkar gibi olduk; gördük ki hiçbirşey değişmemiş, herşey eskisi gibiymiş, ders çıkarma, ibret alma masalları hep uydurmaymış. Örnek mi? Alın size ne amaçla çıkarıldığını kimsenin anlamadığı bir savaş... Konuşup duruyor, açıklama bulmaya çalışıyor herkes; "niye çıkarıldıki bu savaş?" Savaşlara, silahlara, kavgaya kaldıkları yerden devam… Değişen bir şey yok insan zihninin ve davranışlarının bazı alanlarda...